Stratejik Çalışmaların Dünü ve Geleceği

Strateji ve Stratejik Çalışmalar kavramları genel anlamda askerlerin etkin olduğu teknik konular olarak değerlendirilmektedir. Oysa “Uluslararası İlişkiler” ve “Güvenlik Çalışmaları” ile benzer zemine oturan kavramlar, politik hedeflere ulaşmak amacıyla tüm güç unsurlarının koordineli ve en uygun şekilde kullanılması sanatı/bilimi olarak tanımlanabilir. Bu açıdan sadece savaş ve muharebelerin kazanılmasına yönelik taktik öngörüler bütününü değil daha üst seviyede politik karar verme süreçlerini de ifade eden teorik ve akademik bir alan olarak görülmelidir. Doğası gereği devlet merkezli bir bakış açısına sahip olan strateji kavramının, anarşik uluslararası ilişkiler ortamı içerisinde varlığını sürdürebilmesini en önemli siyasal hedef olarak belirtilmektedir. Bu noktada en popüler dönemi olan II. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş süreçlerinde realist bir düşünce yapısı üzerine inşa edilmiştir. Belirtilen geniş anlamıyla strateji, sadece asker ve bürokratlar için önemli bir kavram olmaktan çıkıp, ekonomik faaliyetlerde bulunan büyük şirketlerden spor takımlarına kadar geniş bir alanda kendisini göstermektedir. Bu noktada strateji kelimesini herhangi bir başka kavramın önüne ya da arkasına ekleyerek türetilen yeni kavramların daha ciddi ve çekici bir hale geldiğine yönelik bir kanının oluştuğu görülmektedir. Bir başka ifade ile strateji, askeri ve bürokratik bir kavram olmaktan çıkarılarak hayatın her alanında kullanılmaya çalışıldığında anlamını ve önemini yitirebilir mi?
Bu tür tartışmaları bir kenara bırakarak strateji ve stratejik çalışmalar kavramının savaş çalışmaları içerisindeki konumu ve önemi üzerinde durmak daha yerinde bir yaklaşım olacaktır. Stratejinin, köken olarak bir hedef doğrultusunda fiziksel güç dahil eldeki imkanların kullanılması olarak nitelendirildiğinde, ilkel kabileler şeklinde yaşayan ilk insanlardan doğal yaşama kadar oldukça geniş bir zaman ve mekân içerisinde ortaya çıktığı görülmektedir. Ancak daha net örneklerine Hz. Davut’un Golyat’ı mağlup etmesi gibi hikayeleri üzerinden kutsal kitaplarda rastlanılmaktadır. Kutsal kitaplarda anlatılan strateji, kuvvet ve zekayı uygun yer ve zamanda kullanarak karşılaşılan durumların üstesinden gelinmesi olarak belirtilmekle birlikte stratejiyi asıl ortaya koyan son tahlilde Tanrı olmaktadır. Antik Yunan’da ise strateji Homeros’un kaleminde güç ve cesaret sembolü Akhilleus ile zeka ve kurnazlık sembolü Odysseus üzerinden işlenmiştir. [1] Lawrence Freedman, Strategy: A History (New York, NY: Oxford University Press, 2013) Bugün dahi yaratıcılık ve zekaya dayalı stratejilerin cesaret ve kuvvet üstünlüğüne galip gelebileceği düşüncesi, bu antik çağlara dayanan ikilemi kaynak göstermektedir.
Strateji ve yönetim anlamında ilk akla gelen isimlerden birisi olan Uzak Doğulu bilge savaşçı Sun Tzu zeka ve kurnazlığı önceleyen bir tutum içerisindedir. Ona göre en büyük zafer uğrunda savaşılmadan elde edilen zaferdir. Bu noktada aldatma ve yaratıcılık ön plana çıkarılmakla birlikte, kendinin ve hasmın imkan ve kabiliyetlerini iyi bilmenin yani istihbaratın da altını çizmektedir. Benzer bir düşünce Machiavelli’de de göze çarpmaktadır. Ülkesini ayakta tutma sorumluluğu yüklenen prensin, bu uğurda ahlak dışı davranışlar sergilemesinin makul olduğu belirtilmekte ve ülkenin ve halkın bekası için dürüsttük ve ahlak yerine kandırmacanın meşru kılındığı görülmektedir. Bunu her hal ve şartta değil de son çare olarak belirtmesine karşı Machiavelli siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler anlamında olumsuz bir üne sahip olmaktan kurtulamamıştır.
Dar anlamda askeri güç kullanımı üzerinden tanımlanan boyutuyla strateji kavramının en önemli dönüm noktalarından bir tanesi Devrim ve Napolyon Savaşları ile birlikte yaşanmıştır. Prusya Kralı Büyük Frederick’in yeni bir yorumu olarak görülebilecek Napolyon, ateş gücü ve manevranın kullanımından lojistiğin muharebelerin kazanılmasındaki rolüne kadar alana ciddi katkılar sağlamakla birlikte bir stratejistten çok taktisyen kimliği ile kabul görmektedir. Napolyon’un uyguladıklarını yazıya dökmemesinden doğan önemli boşluğu Jomini ve Clausewitz temel bir tartışma üzerinden doldurmayı başarmışlardır. Jomini ve Clausewitz arasındaki en temel tartışma, Jomini’nin rasyonalist düşüncenin etkisi ile savaşlarda nihai zaferi getirecek temel prensiplerin varlığına inanmasıdır. Ancak Clausewitz her ne kadar karmaşık da olsa halk, hükümet ve ordu çerçevesinde kurduğu daha kapsamlı bir yaklaşımla teorik bir bakış açısını literatüre kazandırmıştır. Bu açıdan günün değişen savaş ve çatışmaları için bir boyutuyla önemli katkılar sağladığı ileri sürülebilir.
Endüstriyel toplumlara geçişle birlikte karmaşıklık, kontrol ve yıkıcılık anlamında savaşların yönetilebilmesi buharlı gemiler ve telgraf gibi teknolojik yenilikler vasıtasıyla imkanlı hale getirilmeye çalışılmıştır. Diğer taraftan Adam Smith, Alexander Hamilton ve Fredrich List gibi isimler ekonomi ve savaş arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlayarak ekonomik faaliyetleri de savaşın temelleri arasına daha karmaşık bir şekilde dahil etmişlerdir. Prusya’nın Alman Birliği’ni sağlamaya yönelik stratejisinde ve birliğin sağlanmasını müteakip hak edilen gücün elde edilmesi anlamında ön plana çıkan isimler Bismarck, Moltke, Schilifen ve Ludendorf 19 ve 20. yüzyılda strateji kelimesi ile eş anlamlı olarak anılır hale gelmişlerdir. [2] Antulio J. Echevarria, Borrowing from the Master: Uses of Clausewitz in German Military Literature before the Great War.” War in History 3, no. 3, 1996 Moltke ve Schlieffen geçmiş tecrübeler ve Clausewitz’in yaklaşımına kulak verirken, Ludendorf Clausewitz’in politikayı önceleyen yaklaşımının tam tersi bir fikir ortaya koymuştur. [3] Antulio J. Echevarria, Borrowing from the Master: Uses of Clausewitz in German Military Literature before the Great War.” War in History 3, no. 3, 1996 Ona göre savaşa girilecekse siyasetçiler dahil tüm imkanlar askerlerin emrine verilmelidir. Bu sağlanmadığı müddetçe nitelik ve nicelik anlamında değişen savaşların anlaşılması ve engellenmesi noktasında ciddi problemler ortaya çıkacaktır. Ludendorf’tan oldukça etkilenen Hitler dış politika anlamında askeri güç kullanımının Avrupa’yı yönetmek için kritik unsur olduğunu değerlendirerek II. Dünya Savaşı esnasında tüm dünyanın tedirgin olmasına yol açmıştır. [4] Edward Mead Earle, Modern Stratejinin Ustaları, 2015. Hitler gerek gelişen Alman teknolojisi ve toplumsal disiplin anlayışına dayanan bir politika gerekse aşırı milliyetçi bir birlik ruhuna dayanarak kısa bir sürede tüm Avrupa ile boy ölçüşecek duruma gelebilmiş ve kısa sürede büyük zaferler kazanmıştır. Ancak Napolyon’un iyi bir stratejist olamamasından kaynaklı olarak Borodino Muharebesini kazanmasına rağmen tamamen sefalet içinde bir yenilgiyi kabul etmesi gibi Hitler de benzer bir kaderi paylaşmıştır.
Her ne kadar kaçınılmaya çalışılsa da doğası gereği savaşlarda mutlaka can kayıpları yaşanmaktadır. Bu düşünceden yola çıkarak II. Dünya Savaşında ABD’nin Japonlara, Müttefik Kuvvetlerin Almanya’ya ve Almanya’nın İngiltere’ye yönelik uygulanan stratejik bombardıman ve en uç noktada nükleer silah kullanım seçeneği stratejik hedef doğrultusunda bir savaşın kazanılması için kaç asker ve sivilin hayatını kaybetmesi gerektiği ya da nasıl bir rakamın tolere edilebileceği gibi bir büyük soru işaretini beraberinde getirmektedir. Strateji anlamında en verimli dönem Soğuk Savaş döneminde yaşanmıştır. Bu dönemde strateji, Clemenceau’nun önermesinden de yola çıkarak artık ‘askerlere bırakılmayacak kadar ciddi’ bir iştir. [5] Morgan K.O., Lloyd George and Clemenceau: Prima Donnas in Partnership. In: Capet A. (eds) Britain, France and the Entente Cordiale since 1904. Studies in Military and Strategic History, 2006 Nükleer silahlar üzerinden sağlanan dehşet dengesine karşın çevre ülkeler üzerinden yaşanan yerel ve bölgesel savaşlar sadece askerlerin imkan ve kabiliyetleri ile kontrol edilebilecek bir durumun çok ötesine geçmiş durumdadır. Caydırıcılık temelli bir mücadele olarak görülen bu dönemde, strateji Çevreleme ve Domino Teorisi gibi bir takım yanlış kanaat ve istihbarat değerlendirmelerine dayalı paranoyak bir tahlil kabiliyeti olarak değerlendirilmektedir. Bu dönemin bir diğer önemli özelliği stratejik çalışmaların sosyolojiden fiziğe ve istatistiğe kadar farklı bilim dallarının da katkı sağladığı interdisipliner bir alan haline gelmesidir. Bunun en önemli örneklerinden birisi Robert S. Mcnamara’nın ABD Savunma Bakanlığı’na gelerek ABD Savunma Politikalarını istatistiki değerlendirmelere dayandırması örnek verilebilir. Ancak sadece sayısal veriler üzerinden yapılan stratejik hesaplamaların [6] David J. Kilcullen, Counterinsurgency, 2010 Vietnam Savaşı’nda olduğu gibi tarihsel ve toplumsal gerçekliklerin göz ardı edilmesine yol açabileceği de net olarak bu dönemde görülmüştür.
11 Eylül Terör Saldırıları sonrasında stratejik çalışmalar terörü ve teröre kaynaklık eden başarısız devletleri temel hedef olarak değerlendirmeye başlamış ve bu doğrultuda halk merkezli mücadele ve devlet inşası gibi yaklaşımlar popülerlik kazanmıştır. İlk anda devrim yaratan bir teorik çerçeve olarak görülen isyana karşı koyma yaklaşımları Afganistan ve Irak’ta bekleneni verememesi nedeniyle 2014 sonrasında terk edilmek zorunda kalınmıştır. Bugün her ne kadar güvenlik yaklaşımları içerisinde ABD merkezli bakış açısından Rusya Federasyonu, Çin, Kuzey Kore ve İran konvansiyonel tehdit olarak görüldüğü bir stratejik yaklaşım ön plana çıksa da Suriye, Irak ve Yemen gibi çatışma alanları da stratejik tartışmaların gündemindedir. Ancak bu alanlara doğrudan askeri müdahalede bulunmak yerine alternatif stratejik yaklaşımlar ortaya konulmaktadır. Bu anlamda zayiattan kaçınma refleksi nedeni ile ABD ve diğer batılı ülkeler için vesayet savaşları pragmatik bir strateji olarak değer kazanmıştır.
Bir diğer önemli konu gerek savunma gerekse iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişimin stratejik çalışmaları da doğrudan etkilemesidir. Personel kaybı ve ekonomik kaygıların azaltılması anlamında büyük beklentiler oluşturan teknolojik gelişmeler sonucunda insansız hava ve deniz araçları, hipersonik silah sistemleri, uydu teknolojileri ve uzayın hakimiyet altına alınması gereken bir alan olarak tanımlanması stratejik yaklaşımlarda ciddi bir dönüşümü beraberinde getirmektedir. Ancak politik hedefler doğrultusunda mevcut imkan ve kabiliyetlerin en uygun şekilde kullanımı olarak tanımlandığında strateji kavram olarak uluslararası ilişkiler ve savaş çalışmaları alanında varlığını devam ettirecektir.
References
↑1 | Lawrence Freedman, Strategy: A History (New York, NY: Oxford University Press, 2013) |
↑2, ↑3 | Antulio J. Echevarria, Borrowing from the Master: Uses of Clausewitz in German Military Literature before the Great War.” War in History 3, no. 3, 1996 |
↑4 | Edward Mead Earle, Modern Stratejinin Ustaları, 2015. |
↑5 | Morgan K.O., Lloyd George and Clemenceau: Prima Donnas in Partnership. In: Capet A. (eds) Britain, France and the Entente Cordiale since 1904. Studies in Military and Strategic History, 2006 |
↑6 | David J. Kilcullen, Counterinsurgency, 2010 |