Muharebe Sahasının Dönüşümü ve Askeri Teknoloji Kitap İncelemesi
Askerî teknolojide yaşanan gelişmelerin muharebe sahasını etkilemesi kaçınılmazdır. Bununla birlikte savaş alanında ihtiyaç duyulan birtakım dönüşümlerin de askerî teknolojide gelişme ve ilerlemeyi teşvik etme potansiyelinin olması da bir o kadar doğaldır. Sahanın gereksinimleriyle askerî teknolojiden hangisinin ve ne derecede muharebe sahasını dönüştürdüğü sorusu bu noktada önem arz etmeye başlar. “Muharebe Sahasının Dönüşümü ve Askerî Teknoloji” başlıklı kitabın temel sorusu da bunun üzerine inşa ediliyor. Neden sonuç ilişkisi bağlamında muharebe sahasındaki dönüşümü en temelde savaş sahasının ihtiyaçları mı yoksa askerî teknolojide yaşanan yenilik ve gelişmeler mi etkiler sorusuna cevap vermeye çalışan kitap aynı zamanda bu konuda stratejik bir yaklaşım da geliştirmeyi amaçlıyor.
Kitabın birinci bölümünde muharebe sahasındaki dönüşümde saha ihtiyaçları mı yoksa askerî teknolojideki gelişmeler mi daha baskındır sorusunda öncelik askerî teknolojilere verilmekte. Muharebe sahasından sağlıklı bilgi edinebilmenin zor olduğuna, yapılabildiği durumda da gelecek savaş ve çatışmalarda faydalı olmayabileceğine dair tarihten de örnekler vererek vurgu yapan yazarlar önceliğin askerî teknolojiye verilmesi, muharebe sahasının da eldeki teknoloji bağlamında yeniden kurgulanması gerektiğini düşünmekteler. Kitapta anlatıldığı üzere tümevarımcı bir mantıkla savaş alanında saldırı silahlarının etkili olduğu gözleminde bulunan bir devlet, örneğin Birinci Dünya Savaşı öncesinde neredeyse tüm taraflar, tüm yatırımını ve planlamasını bu doğrultuda yapmasına karşın siper gibi bir savunma mekanizmasıyla karşılaşabileceğini ön görmekten uzak kalabilir. Bu nedenle kitap tümdengelimci bir perspektifi benimsemekte ve saha ihtiyacı ya da deneyimi yerine askerî teknolojiyi öncelemeyi tercih etmekte.
Bu yaklaşımdan, seçeneklerden biri kabul edilirken diğerinin tamamen reddedildiği gibi bir anlayış çıkarılmamalı. Yazarlar saha tecrübesini önemsiz ya da etkisiz görmüyor. Daha ziyade, askerî teknolojiyi geliştirme çabası ile saha tecrübesi arasında bir öncelik sıralaması yapıp ilkine hatırı sayılır bir ağırlık veriyorlar. Uygulanabilirlik ya da daha etkili sonuç almak açısından, stratejik mantık olarak, kurguya askerî teknolojiden başlamak gerektiğini savunuyorlar.
Ancak yazarlara göre askerî teknolojiye öncelik verme kararı almak tek başına yeterli değildir. Çünkü bu aşamada devreye başka bir sorunsal girer: En iyi sonucu verecek teknolojiye mi yatırım yapılmalıdır yoksa en erişilebilir olana mı? Bu aşamada yazarlar tercihlerini ikinciden yana kullanmakta. Bu tercihle ilgili olarak erişilebilir olanın, sadece herhangi bir A devleti için değil tüm devletler için erişilebilir olacağı, dolayısıyla savaşta bir fark yaratmak isteniyorsa oyun bozucu/değiştirici (game changer) bir teknolojiye sahip olmak gerektiği eleştirisi yöneltilebilir. Amaç eğer herhangi bir savaşı ya da girilecek tüm savaşları kazanmak üzerine inşa edilmişse bu eleştiri yerinde olabilir. Fakat kitap meseleyi daha pratik bir noktadan ele alıyor.
Devletlerin büyük bir çoğunluğunun, en iyi sonucu verecek olan son teknolojiye (cutting edge technology) ulaşma şansının bulunmadığı gibi bir varsayımdan hareketle yazarlar, devletlerin stratejik hedeflerini belirlerken kendi kapasitelerini aşacak amaç ve hedeflerden uzak durmalarının daha gerçekçi olacağını savunuyor. Bu yaklaşım da şu sonucu doğurmakta: “… askerî teknoloji değerlendirmelerinin ve buna bağlı stratejik hesaplamaların en gerçekçi başlangıç noktası öncelikle askerî teknolojilerin erişilebilirliğine odaklanmaktan [geçiyor].”[1] Kitabın bu pozisyonunu en iyi özetleyen cümle de şu olsa gerek: “Başarılı askerî yatırımlar büyük hayallerin sonucu değildir. Büyük hayaller ancak askerî teknolojinin ele geçmiş olmasıyla kurulabilir hale gelmiştir.”[2]
Tartışma derinleştikçe neden sonuç ilişkisinin başını ve sonunu kestirmekte zorlanılan bu konuya bu şekilde açıklık getirmeye çalışmaktalar. Bu açıdan yazarların sadece büyük ya da süper güçler için değil tüm devletler için uygulanabilir bir yol haritası sunmaya çalıştıkları iddia edilebilir.
Kitabın ikinci bölümü, giriş bölümünde ortaya konan yaklaşımı temellendirecek bir literatür sunuyor. Adım adım askerî devrim, askerî dönüşüm, askerî inovasyon, askerî etkinlik ve askerî doktrin (öğreti) kavramlarının birbirlerini nasıl etkilediği ve/veya doğurduğu anlatılıyor. Tüm bunların muharebe sahasına etkisinin derecesi ve sahayla alakası gösteriliyor. Bahsi geçen kavramlara ilişkin literatür hakkında genel bilgiler verilmekle birlikte kitabın pozisyonunun ne olduğu da belirtiliyor.
Her askerî dönüşümün bir askerî devrim olamayacağı vurgulanırken askerî devrimin de kendi içerisinde lineer bir yol izlemeyebileceği söyleniyor. Askerî teknolojide yaşanan her değişimin muharebe sahasında bir dönüşümü beraberinde getireceğinin de garantisi olmadığı gösteriliyor. Askerî inovasyon teorilerinin ağırlıklı olarak savaş anından ziyade barış zamanında yapılabilecek köklü değişikliklere odaklandığının altı çiziliyor. Askerî inovasyondan kastın bir ordunun organizasyonel yapısında yaşanabilecek köklü bir değişim olabileceği gibi yeni bir teknolojinin orduya ve/veya kuvvetlere entegrasyonu olduğu belirtiliyor. Teknolojik yenilik meselenin odak noktası olmasına karşın askerî inovasyon teorilerinde askerî teknolojinin büyük oranda göz ardı edildiği veya verili kabul edildiği iddia ediliyor.
Askerî etkinlik teorilerinin ise bir ordunun muharebe sahasındaki performansına odaklandığı; bazı yaklaşımlar saha dışına odaklanırken bazılarının sahaya odaklandığı söyleniyor. Saha dışına odaklanan teorilere kıyasla muharebe sahasına odaklanan yaklaşımların meseleyi daha açıklayıcı bir güce sahip olduğu iddiası bulunmakta. Buna rağmen, genellikle teknolojik ve sayısal üstünlüklere vurgu yapan bu kuramların zafere ulaşmakta yeterli öngörüyü veremedikleri de gösterilmekte. Görece daha sofistike silahlara sahip tarafın her zaman için sahada başarılı olamayacağının ampirik göstergelerinin bulunduğu vurgulanıyor. Özetle “[s]avaşların yürütülmesi ve kazanılması konusunda askerî teknolojinin rolü başta çok aleni bir faktörmüş gibi görünmesine rağmen … [literatürde] muharebenin kendisinden çok muharebe sahası dışındaki faktörlere [odaklanıldığı]”[3] eleştirisini yapıyorlar.
Bu aşamada kitap, okuyucuya askerî teknoloji ile savaş arasındaki ilişkinin önemine dair görüşünü ortaya koymakta. Günümüzde orduların güç dengesi açısından farklılıklar göstermelerine karşın kategorik olarak benzeştiklerini söylemekteler. Kategorik benzerlikten kasıt bir platformun teknik özellikleri aynı sınıftaki başka bir platformun özelliklerinden daha iyi olabileceği ancak neticede A devletinin de B devletinin de aynı sınıftan bir platforma sahip olduğudur. Örneğin her iki devletin tankı ya da uçağı bulunmaktadır. A devleti X tankına sahipken B devleti Y tankına sahiptir. Elbette ki bu platformlar arasında zaman zaman azımsanamayacak ölçüde büyük ve önemli farklılıklar bulunabilmektedir. Fakat kitabın bu noktada üzerinde durduğu mesele, eldeki teknolojinin nasıl ya da ne kadar ehil/başarılı kullandığıdır. Bu aşamada askerî teknolojinin savaşta etkin kullanımı konusunda askerî doktrinlerin devreye girdiği anlatılıyor.
Kitabın birinci bölümünde ortaya konan “erişilebilir olan teknoloji” vurgusu, askerî teknoloji ve doktrin ilişkisinde kendini tekrar göstermektedir. Yazarlara göre askerî doktrinin şekillenmesinde ilk adım amaç ve hedeflerin belirlenmesiyle değil, erişilebilir teknolojinin ne(ler) olduğunun tespit edilmesiyle başlar. Teknolojiye erişim meselesi mali ve politik birtakım unsurlardan etkilenebilen bir değişkendir. Erişilebilir olan teknolojinin en efektif şekilde nasıl kullanılabileceğine ilişkin ortaya konan fikir ve yaklaşımlar ise askerî doktrini şekillendiren en önemli etmenler olarak ortaya çıkmaktadır.
Devam eden bölümlerde modern zamanda savaş alanında yaşanan dönüşüm ele alınmakta. Kullanılan silah sistemlerinde yaşanan değişiklikler, bu değişikliğin sahaya, yani kuvvetlerin muharebe alanındaki dağılımı/dizilişine etkisi, son olarak da kuvvetlerin manevra ve hareket biçimlerinde değişimin nasıl ve ne yönde değiştiği gibi unsurlar üzerinden durum açıklanmakta. Mevcut değişimi/dönüşümü sağlayan şeyin de enformasyon teknolojilerinde yaşanan gelişmeler; yazılım, bilgisayar ve mikroçip teknolojisinde ilerleme; gözetleme yeteneğinin gelişmesi noktasında sensör teknolojisi ve bundan da önemlisi bu teknolojilerin askerî alana entegrasyonuyla mümkün olduğu iddia ediliyor. Bu dönüşümün sahaya yansıyan halinin de Ağ Merkezli Harp (AMH) kavramında kendisini gösterdiği söylenebilir.
Kitabın üçüncü bölümünde Ağ Merkezli Harp kavramına özel bir önem verilmiş olup mesele detaylıca ele alınmıştır. Sadece AMH’in silah sistemleri ve platformlarda kendini nasıl gösterdiğine değil, komuta kontrolün yapısında ne gibi değişikliklere sebebiyet verdiği örnekleriyle birlikte aktarılmış. Bundan da önemlisi tüm silah sistemleri ve platformların AMH olarak tabir edilen ve bir operasyonda kara, deniz, hava kuvvetlerinin müşterek olarak kullanılmasının da ötesinde anlık yönlendirilebilmesini kapsayan bir oluşuma olanak tanıyabileceği meselesi üzerinde duruluyor. Bu minvalde sadece bugün değil gelecekte de orduların savaşma biçimlerinde, komuta kontrol teşkilatlanmasında ve hatta kurmay yapılanmasına birtakım değişiklikleri zorunlu kılacağı iddia edilmekte. AMH’nin sadece iletişim temelli bir dönüşümün ötesinde savaş stratejilerinin geliştirilmesini de içeren bir kavram olarak tabir ediliyor. Başka bir deyişle AMH, bir doktrinden ziyade bir askerî zihniyeti/anlayışı ifade ediyor. Bu anlayışın pratikteki bir yansıması olarak Türk Tipi Taaruz Kompleksi’nin kıymeti anlatılmıştır. Halihazırda müşterek harekât yapısına dair Türkiye’den ve dünyadan çeşitli örnekler sunularak geleneksel komuta kontrol yapılanmasına kıyasla AMH’in etkili bir şekilde sahaya yansıtılabilmesinde ne kadar önemli olduğunun altı çiziliyor.
Sistem üstü sistem kavramıyla kendisini gösteren bu dönüşüm komuta kontrol sistemleri; istihbarat, keşif ve gözetleme sistemleri; güdüm sistemi ve haberleşme sistemlerini içinde barındırmakta; ilgili platformlar ve bileşenlerle şekillenmekte ancak bunlardan ibaret sayılmamakta. Çok sayıda sistem ve platformun bir araya gelmesinin de ötesinde merkezi ya da dağınık olarak planlanıp organize edilmiş bir ağ temelinde bir bütün olarak çalışabilir olması AMH’nin ve sistem üstü sistemin ayırıcı özelliği olarak gösteriliyor. Kitabın dördüncü bölümünde de AMH’nin önemli yapıları aşağıdan yukarıya malzeme, bileşen, alt sistem, platform, sistem ve sistem üstü sistem şeklindeki bir sıralamayı göz önünde bulundurarak anlatılmakta. Tüm bu unsurların tekil olarak ve birbirleriyle çalışma biçimlerini, Türkiye’deki benzerleriyle birlikte dünyadan örnekleri, AMH’nin temel mantığını göstermeye çalışarak işlemiştir.
Kitabın en temelde yeni bir doktrin ortaya koymaktan ziyade eldeki teknolojinin muharebe sahasına muhtemel en iyi aktarımı halinde nasıl dönüşebileceğine ilişkin farklı bir düşünce yapısı sunduğu söylenebilir. Bununla birlikte özellikle imkânları kısıtlı orta ve küçük ölçekli devletler için oldukça stratejik bir yaklaşım önermekte. Türkiye’nin bu dönüşümün neresinde olduğuna ve gelecekte nasıl bir yol izleyebileceğine ilişkin de oldukça önemli ip uçları ve mesajlar içerdiği belirtilmelidir. Türk savunma sanayiinde son 10-15 yıllık dönemde yaşanan gelişmelerin bir neticesi olarak edinilen başarıların sürdürülebilirliğini sağlamak açısından somut bir formül tanıtmakta. Gerek yatırım yapılacak ve/veya geliştirilecek savunma sanayii ürünleri gerek kurumlar arasındaki etkinlik gerekse kuvvet kullanımındaki koordinasyon açısından çok katmanlı bir yol haritasının çizildiği bu kitabın savunma sanayiini ilgilendiren tüm alanlar ve kişilerde ufuk açıcı bir etki yaratması temenni edilir.
[1] Hasan Basri Yalçın, Kadir Doğan, Bekir İlhan, Muharebe Sahasının Dönüşümü ve Askerî Teknoloji, (İstanbul: TAV Yayınları, 2024), 18.
[2] A.g.e., 20.
[3] A.g.e., 45.