Ergenekon’dan Misak-ı Milliye Türkiye’nin Büyük Stratejisi

Giriş
Uluslararası sistem bir döngü, tekrar üzerine süregiden yapısal dogmalar üzerine kurulu değildir. Eski düzen, yeni düzensizliğe dönüşmüş; geçmişin dinamikleri büyük oranda değişmiştir. ABD Başkanı Biden’ın 2021 yılında Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi için çerçeve oluşturmak amacıyla kaleme aldığı belgede “Dünyanın 75, 30 ve hatta dört yıl önceki haline döndürülemeyeceği”[1] ifadesi mevcut dünya düzensizliği hakkında fikir sahibi olmak açısından yeterli görünmektedir. Daha açık şekilde ifade edecek olursak, Mevcut dünya düzensizliği: Soğuk Savaş döneminin katı iki kutuplu sistemi ile başlayan ve 1960’lı yıllardan itibaren yumuşama dönemine evrilen esnek iki kutuplu yapısından ve 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ABD’nin yaklaşık 15 yıl sürecek küresel hegemonyasından oldukça farklıdır. Günümüz uluslararası sistemi; herhangi bir aktörün hegemonya sağlayamadığı “çok merkezli” yapı olarak tanımlanabilirken, küresel yönetişimin seyrine etki eden aktörlerin çokluğu tabii olarak “belirsizliği” daha da ön plana çıkarmaktadır.
Belirsizliğin ortaya çıkardığı yapısal dinamiklerin başında yönetilemeyen bölgelerin, güç boşluklarının meydana gelmesidir. Bu hususta bölgesel ve yükselen güçlerin politikaları; hem kendi doğal jeopolitiklerinde hem de küresel çapta etkiler gösterecek hale gelirken, belirsizliğin içinde milli güvenliğin esas alındığı ve alt sistem olarak bölgeselleşmenin yaygınlaşmasına da mahal verilmektedir. Uluslararası sistemin bu yeni düzensizliğinde Türkiye’nin mevcut ve potansiyel güç araçlarıyla uygun, uluslararası sistemi hesaba katarak oluşturacağı büyük stratejisi: stratejik özerkliğini kazanmak olmalıdır. Bu minvalde çalışmanın ilk bölümünde uluslararası sistemdeki belirsizliğin ve düzensizliğin ABD’nin göreli gerileyişi üzerinden açıklanırken, ikinci bölümde Türkiye’nin büyük stratejisi kavramsal bir arka planla ifade edilmeye çalışılacaktır.
Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i: Mobius Şeridi Kesildi!
Uluslararası sistemin çarkları ister realist ister liberal teorik zeminde değerlendirilsin üçlü sacayakları olarak; güç dağılımı, normların meşruiyeti ve ortak güvenlik yapılanmalarının işlerliği, hâkim sayılan gücün yönelim ve kontrol kapasitesi üzerinden analiz edilmelidir. Bu bağlamda mevcuttaki dünya düzensizliğine dair kani olunan iddiaları, 4 boyutta inceleyebiliriz;
Bunlardan birincisi; ABD’nin uluslararası sistemdeki belirleyici rolünün aşınmasıyla ilgilidir. Soğuk Savaş’tan sonra uluslararası alanda birçok “çökmüş devlet,” yönetilemeyen boşluklar ya da etkin bir merkezi otoritesi olmayan oldukça zayıf otonom birimler olarak bazı devletler ortaya çıkmıştır.[2] Ortaya çıkan tüm istikrarsız yapılara rağmen uluslararası sistem ABD merkezli tek kutupluluğa dönüşmüştür. Tek kutuplu sistemdeki üstünlüğünü sürdürmek, baba Bush’tan itibaren başlayıp Barack Obama[3] ile son bulan süreçteki ABD başkanlarının büyük stratejik hedefleri olarak görülmüştür. Son bulan süreçtir, çünkü ABD’nin uluslararası sistemdeki pozisyonu, son 10-15 yılda ciddi dönüşümlere uğramıştır.
2007 yılının sonlarına doğru Amerikan Doları’nın uluslararası piyasalardaki ivme kaybı, 11 Eylül’ün tesirlerinin devam etmesi ve Irak’ta yaşanan hezimet ile ilgili tartışmaların tezahür etmesi çok kutupluluk söylemlerini ortaya çıkarmıştır.[4] ABD’nin artık “ders kitaplarındaki hegemonya tanımı”nın bir örneği olmadığı açıktır; bir diğer ifadeyle ABD’nin uluslararası sistemin siyasi ve ekonomik yönetim dinamiklerini tek başına belirleme yeteneği aşınmıştır.[5] ABD Başkanı Biden’ın ulusal güvenliğe çerçeve oluşturması için yayınladığı belgenin temel çıkarımında “ABD’nin artık eski gücünde olmadığı ve dünya düzeninin çok kutuplu hale geldiği” üzerindeki vurgular, bahsedilen durumun resmi ve ilk ağızdan açıklamasıdır.[6]
ABD’nin göreli güç kaybı ile eş zamanlı olarak liberal normların düşüşe geçmesi mevcut dünya düzenine dair tartışmaların “ikinci dinamiği” olmuştur.[7] Bu durum hem siyasi hem de ekonomik birtakım sonuçları gözler önüne sermektedir. Zenginliğin, askeri ve siyasi gücün, Kuzey ve Batı’dan, Doğu ve Güney’e doğru kayıyor olması aleni ve yadsınamaz bir geçektir. Aynı zamanda uluslararası sistem ABD ve Avrupa’nın egemen olduğu Batılılaşma dalgasını geride bırakmıştır.[8] Özellikle son küresel ekonomik krizlerin ortaya çıkardığı durum bu liberal düşüş anlatısını güçlendirmektedir. 2008 yılında ABD’de başlayan kriz, liberal düzeninin var olan algısını lekeleyerek, bu zoraki düzene dair kuşku ve itirazları alevlendirmiştir. [9]
Batı merkezli literatürdeki genel eğilim liberal-demokratik normların otoriter eğilimlere sahip düşünce sistematiğiyle zayıflatıldığı iddiasındadır. Bu durum aslında Amerikan politikaları karşısında tepkisel bir dönüşümle bağlantılıdır. Çünkü “otoriterleşme” eğilimi, norm olarak liberal düzenin savunma hattının bir parçası haline gelirken aslında, İkinci Dünya Savaşı’nı da ortaya çıkaran karmaşık nedenlere karşı liberal devletlerin zayıflığı, nihayetinde otoriter eğilimlerin cazip hale gelmesiyle aynı düzlemdedir. Daha açık ifade edilecek olursa; mevcut durum otoriterleşme eğiliminden ziyade bir norm olarak milliyetçiliğin realizmle birlikte yükselmesiyle ilgilidir. Ayrıca ABD’nin başını çektiği liberal düzenin artık ABD’nin işine yarayıp yaramadığı ve bu düzenin geçmişten günümüze ABD’yi tehdit edecek devletlerin gelişim sürecine hangi düzey ve derecede katkı sağladığı ayrı bir tartışma konusudur.[10]
Üçüncü dinamik; yükselen güçler ve güvenliğin bölgeselleşmesi ile ilgilidir. Son küreselleşme dalgası, otonom bölgesel güvenlik unsurlarının ortaya çıkmasının yolunu açan yeni bir bölgeselleşme anlayışını da tetiklemiştir. Ayrıca, bölgesel güçlerin yükselişi ve büyük güçlerin manevra alanlarını geliştirmesiyle devam eden süreç[11] ortaya çıkan güç boşluklarından kaynaklanan fırsatları ve kaotik durumu beraberinde getirmiştir.[12]
Yeni büyük güçlerin ve potansiyel olarak önemli bölgesel güçlerin ortaya çıkışı; ABD’nin uluslararası etkinliğini farklı şekillerde aşındırırken[13], bahsi geçen bu yeni güçlerin Batılı olmayan devletler olduğunu da belirtmek gerekmektedir. Eski liberal düzen Batı’da, Batı tarafından inşa edildiği halde Brezilya, Çin, Hindistan, Rusya ve Türkiye gibi güçlerin Batı dışından (coğrafi olarak) olması hasebiyle bazen müşterek bazen ayrı bir dizi politik ve kültürel endişeleri paylaşmaları az evvel anlatılan hususu temellendirmektedir. Bu devletlerin bir diğer özelliği ise sistemde, sistemin kurucuları tarafından kendilerine atfedilen rolleri oynamakta isteksiz ve endişeli olmalarıdır. Sonuç olarak, uluslararası sistemin merkezi gücünün zayıflaması veya “bu rolü oynamakta isteksiz olması” ya da çökmesi, beliren güç boşlukları ve bundan mülhem fırsatlar ve anarşi durumlarını gün yüzüne çıkarmıştır.[14]
Dördüncü dinamik; uluslararası sistemdeki “ortak güvenlik” fikriyatının ve bununla birlikte güvenlik odaklı çok uluslu ittifak yapılarındaki çözülmeler-değilse bile irtifa kayıplarıyla alakalıdır.
Ortak güvenlik yapılanmaları ve buna bağlı düzenlemelerin evveliyatı aslında oldukça eskidir. 1815 tarihinde Napolyon Savaşları sonrası, dönemin büyük güçleri tarafından anlaşmaya varıldığı Viyana Kongresi’nin sonucu olan Metternich sistemi, Birinci Dünya Savaşı sonrası Milletler Cemiyeti, İkinci Dünya Savaşı sonrası Birleşmiş Milletler ve NATO’nun kurulması en temel tarihî örneklerdir. Bu güvenlik sistemlerinin işlerliğini sürdürmesi ortak değerlerden çok ortak tehdide yoğunlaştığı için tehdit ortadan kalktığında işlerlikleri de aynı oranda azalma eğilimi göstermiştir.
Başka bir deyişle, ortak güvenlik sistemindeki devletler tehditler ortadan kalktığında daha başına buyruk hale gelirken, diplomatik anlamda bir arada kalmayı taahhüt etseler de “genel olarak en güçlü ve sisteme en az ihtiyacı olan devlet tarafından”[15] ihanete uğrayabilmişlerdir. Bu kapsamda milli güvenlik politikası ortak güvenlik payesi ve buna bağlı kurumlarla icra edilmek yerine, birbirinin güvenlik kaygılarını anlayan ve algılayan devletlerin bir araya gelmesine doğru kaymaktadır. Daha somut bir şekilde ifade edilirse; ABD’nin başını çektiği güvenlik yapılanmalarının ve kurumların ABD’nin icraatlarına bağlı olarak zayıfladığını ve sistemdeki diğer büyük oyuncular (Rusya, Çin, vs.) tarafından dengeleyici eğilimleri teşvik ettiği söylenebilecektir.[16]
Mevcut sistemin sürdürülmesi taraftarı olmayan devletler ise dost-düşman gibi kavramların birbirinden ayrılamadığı, düzenin istikrarı yerine çatışmanın istikrarlı olduğu anarşik uluslararası yapının etkilerinden büyük ölçüde hem nemalanıyor hem de tehlike altına giriyor. Bu durum devletleri gri bir alanda strateji geliştirmeye sürüklerken, bir devletle olan diyalog hatlarının bazı noktalarında sıcak çatışmaya varan sorunlar görülmekte, bazı alanlarda ise işlerlik bozulmadan devam edebilmektedir. Böylelikle, dördüncü dinamikte ifade edildiği gibi birbirinin var oluş kaygılarını algılayan ve anlayan devletler bir araya gelirken, bu birliktelik genel olarak istikrar içinde kurumsallaşamamakta, konjonktüre göre değişmekte ve kısa soluklu olabilmektedir.
Türkiye’nin Büyük Stratejisi: Stratejik Özerklik
Türkiye’nin jeopolitik tasavvurundaki stratejik özerkliğinin ilk safhası önceki başlıkta analizi yapılan, uluslararası sistemin dinamiklerinin iyi anlaşılmasına bağlıdır. Böylelikle Türkiye’nin kendi jeopolitik kodlarına doğru bir tanımlama getirmek daha gerçekçi olacaktır. Uluslararası sistemin bağımlı değişken olarak görüldüğü ortaya çıkan strateji (ing. emergent strategy) tipi bir başka deyişle; bir devletin başlangıçta belirlenen amaç ve araçların uluslararası gelişmelere göre sürekli revize edildiği bir anlayışı ifade eder.[17] Sürekli revize süreci zaman içerisinde daha tutarlı ve etkin stratejilerin ortaya çıkmasına olanak tanırken, doğrudan el kitabıyla hareket etmekten ziyade gözleri dört açmayı ve gerekli hallerde güç araçlarının da değişkenlik gösterebileceğini beraberinde getirir.[18] Bu bağlamda ortaya çıkan strateji Türkiye’nin milli güvenliğini sağlamak için kendi araç ve yöntemlerini, müşterek güvenlik anlayışının önünde tutmasına doğru yöneltmektedir. Çünkü sürekli revize süreci; farklı konjonktürlerden kalma yapıların kendini mevcuttaki güvenlik tehditlerine tekrar uyum sağlamasını beklemek ile tezat düşer. Ancak müşterek güvenlik örgütlerinin oluşturduğu yelpaze ve şemsiyenin doğrudan dışına çıkılması elbette makul değildir.
Bu bakımdan, Türkiye’yi çevreleyen üç parçalı bir güvenlik yapısından söz edebiliriz, bunlardan birincisi; Batı Avrupa ve ABD’yi çeşitli çok uluslu örgütler bütünü, ikincisi; Ortadoğu ve Kuzey Afrika devletlerini içeren ve böylelikle Türkiye’nin hem karadan güney sınırlarının güvenliğini hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni içine alan Akdeniz’deki menfaatlerini ve son olarak üçüncüsü ise, Karadeniz’den başlayarak sınırdaş Kafkasya devletlerini içeren kuzey yönlü bir parçalı yapıyı ifade etmektedir.[19]
Yukarıda anlatılan milli güvenlik hususları sadece mekanik değil aynı zamanda normatif ögeleri de akla getirmekte: Ergenekon Destanı’nın bizlere sunduğu kodların mukabili ile Türk Devleti güvenlik tehditleriyle çevrelenmişliğini kırması, nefes alanını genişletmesi gerekliliğini ön plana çıkarmaktadır. Bu bağlamda ilk süreç, Osmanlı İmparatorluğu’nu sonlandıran Birinci Dünya Savaşı’nın ardından, Türk Devletine dayatılan Mondros ve Sevr antlaşmalarıyla Türk Milleti’ni İç Anadolu’ya hapseden dönemi ifade eder.
Tıpkı 20. asırda görüldüğü üzere, günümüz şartlarında Türklüğün mukadderatının yeniden inşa ve ihya edildiği bir süreç tedavüldedir. Türk Devleti ve milleti günümüzde ikinci kez kendi Ergenekon sürecini yaşamaktadır. Başka deyişle bugün, kadim Türk yurdu Anadolu’nun sınırları milli güvenliği tehdit edecek kadar çevrelenmiştir. Bu nedenle Türkiye’nin milli güvenliğini devlet sınırlarından uzakta, kendine alan derinliği sağlayacak şekilde tehditleri merkezinden uzakta karşılaması, mücadele etmesi ve mümkün ise etkisizleştirmesi gerekmektedir. Suriye, Irak ve Libya özelinde girişilen; siyasi, ekonomik ve askerî faaliyetlerin temel dayanağı ve dimağı budur.
Stratejik özerkliğin ikinci safhası ise Türkiye’nin gelecek tasavvurudur: Türkiye’nin uluslararası sistemde oynamak istediği roldür. Türkiye bugün, çoğu zaman tartışmalara yol açacak şekilde ne Batı ile bağını koparmış ne İslam Dünyası’na tamamen yönelmiş ne de Çin- Rusya eksenine doğru kaymıştır. Artık geçmişte kendisinin senaristi olmadığı senaryolarda kendisine biçilen: Komünist bloğa karşı sınır karakolu, Asya ve Avrupa arasındaki köprü devlet ya da Avrupa ve Ortadoğu’nun çatışmalı bölgeleri arasındaki yalıtkan-izolatör devlet, gibi rolleri oynamayı reddetmekte, jeopolitik havzasında kendi yazdığı senaryosuyla başrole talip olmaktadır.
Bu noktada dikkat çekilmesi gereken konu elbette tutarlılıktır. Uluslararası sistem içinde güç ne kadar merkezileşse de egemen devletlerin büyük stratejisinde fikirlerin etkisi hem içe hem de dışa dönüktür aynı zamanda büyük stratejiler hem iç hem de dış nedenlerle değişebilir.[20] Devlet belirlediği amaç etrafında belli taahhütlerde bulunurken bunları kapasitesinin kısıtlarına göre değerlendirmeli; kendine biçtiği rolün gerçekleşebilirliği göz önüne alınmalıdır. Sağduyu özellikle güç araçlarının tümüyle yönlendirildiği dinamik süreçlerde oldukça önemlidir. Çünkü bu durumlarda devlet belirli bir devinimle hızlı bir ilerleme kaydederek yükselebilir ve “sağduyu, bu süreçte oksijen gibidir: ne kadar yükseğe çıkarsan, o kadar zayıflar.” [21]
Türkiye Ne Yapmalı?
Türkiye’nin yakın jeopolitiğine ilişkin stratejileri milli güvenliğini esas alarak ilk adımda mevcut kapasitesini göz önünde bulundurduğumuzda sınır komşularının kırılgan yapıları göze çarpmaktadır. Türkiye ya tehditler ortaya çıkmadan henüz potansiyel durumdayken bu devletleri özellikle askeri ve siyasi bakımdan güçlendirmeli ya da ön alıcı müdahalede bulunmalıdır. Bu durumda atılacak adımlar, Türkiye’nin bölgesel güç statüsünü sağlaması ve geleceğe dönük politikalarının sistem düzeyinde etki yapabilme potansiyeli ile bağlantılıdır. Çünkü sınırlı bir bölgeye göre genel çıkarları olan ve bu bölgede tek başlarına hareket etme kapasiteleri olan devletler, yerelde büyük güçler olarak davranabilirler.[22] Türkiye bölgesel güç statüsünü sağlamak adına bölgenin özellikle güvenlik gündemini belirleyebilmeli, kendisine karşı oluşabilecek koalisyonlara karşı durabilmelidir.[23] Bir başka deyişle Türkiye yakın jeopolitiğinde uluslararası sistemde kendine alternatif oluşturabilecek ya da bölgesel gündemde taraf belirleyebilecek herhangi bir devletin yükselişine, etkinlik kazanmasına izin vermemelidir.
Türkiye’nin siyasi istikrarı ve ekonomik dinamikleri, onun bölgesinde istikrar sağlayıcı ve yönlendirici bir rol oynamasına izin vermeli; bölgesinde, istikrar sağlayıcı ve barış gücü değilse bile en azından barış yapıcı rolünü göstermeli ve üstlenmeli; aynı zamanda bölgesel liderliği üstlenme kapasitesine veya yeteneğine sahip olmalı; ve bölgesel güvenlikten sorumlu bir lider olarak komşuları tarafından kabul edilebilir olmalıdır.[24]
Türkiye daha önceki bölümlerde çerçevesini çizdiğimiz mevcut dünya düzensizliğinde belki de tarihinde ilk defa “dengeleme politikası” yapabilecek mevcut ve potansiyel güç araçlarına sahiptir. NATO’ya dâhil olduğu andan itibaren jeopolitik konumunun sağladığı avantajlarla ittifakın en önemli paydaşlarından biri olmuştur. Türkiye’nin jeopolitiği SSCB tehdidine karşı Batı ittifakı için elbette önemliydi ancak günümüzde, Orta Doğu’daki faaliyetler ile göçmen akınına uğrayan ve Batı ile Orta Doğu arasında “yalıtkan” bir devlet gibi konumlandırılan bu jeopolitiğin muhtevası da değişmiştir.
Türkiye’nin bölgesel güç olarak davranmasını gerektiren, uluslararası sistemden özerkliğini sağlamak ve milli güvenliği için attığı adımlar bu jeopolitiğin tekrar fakat Türkiye tarafından tanımlanması olarak yorumlanabilir. NATO bu haliyle Türkiye’nin milli güvenliği için tamamen bir şemsiye sağlar mı sorusu saklı tutulmakla birlikte, en hafif tabirle diplomatik bir kart olarak mutlaka kullanılması gereken siyasi bir araç olarak görülmelidir. Bu bakımdan Türkiye NATO’ya dair ortaya çıkabilecek bütün senaryolara karşı; ittifak olunma prestijini arttırmalı, NATO genelinde ortaya çıkabilecek bölgesel kanatlara karşın ve karar alma biçimlerinin değişmesi durumunda özellikle Karadeniz ve Orta Asya’ya yönelik faaliyetlerde ön plana çıkmalı ve sorumluluk yüklenmelidir. Böylesi bir politika stratejik olarak ittifaklar içerisinde ve farklı işbirliği alanlarında Türkiye’nin manevra alanını ve değerini arttıracaktır. Aynı zamanda bağımsız bir güç olarak küresel yönetişimdeki payı uluslararası seviyede gittikçe hissedilecek, son tahlilde de kabullenilecektir.
Türkiye’nin Rusya ile ilişkileri elbette bütün politik adımlarında rabıta etmesini gereken bir muhteva taşımaktadır. Bugün Türkiye’nin yakın jeopolitiğindeki çatışma alanlarının ana işgalci ya da istikrarsızlık motive eden gücü (Irak hariç) Rusya’dır. Genel bağlamda, açık bir biçimde ifade etmek gerekir ki: Türkiye-Rusya ilişkileri ne pembe gözlüklerle bakılan stratejik ortaklık seviyesinde ne de paranoyakça bir algıyla düşmanlık durumundadır.[25] Bu bakımdan ikili ilişkilerin amiyane bir tabirle siyah ya da beyaz olmaktan öte gri bir alanda gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Bu gri alan; ikili millî çıkarların belli oranda mutabık olduğu akıllı uyumu ve çatışan/çakışan millî çıkarların bazen çatışma durumuna getiren esnek bir rekabet alanını tarif etmektedir.[26] Gri alanın pozitif ya da negatif yönlü hızlı değişimler gösterebileceğini hesaba katarak, iki ülkenin birlikte bulunduğu bölgelerdeki süreçlerin bu değişimlerin yönünü tayin edeceği bilinmelidir. [27]
[1] White House, “Interim National Security Strategic Guidance”, https://www.whitehouse.gov/wp-content/uploads/2021/03/NSC-1v2.pdf .(Son Erişim Tarihi: 03.03.2021)
[2] Henry Kissenger, Dünya Düzeni, Çev. Sinem Sultan Gül, İstanbul: Boyner Publishing, 2016, 400.
[3] Christopher Layne, “The Waning of U.S. Hegemony-Myth or Reality? A Review Essay.” International Security, Cilt 34, Sayı 1, 2009, 148.
[4] Layne, a.g.e., 151.
[5] Ziya Öniş ve Mustafa Kutlay, “Rising Powers in a Changing Global Order: the Political Economy of Turkey in the Age of BRICS,” Third World Quarterly, Cilt 34, Sayı 8, 2013, 1410.
[6] White House, “Interim National Security Strategic Guidance”, https://www.whitehouse.gov/wp-content/uploads/2021/03/NSC-1v2.pdf .(Son Erişim Tarihi: 03.03.2021)
[7] Alperen Kürşad Zengin, “Paradigmasız Uluslararası Sistem ABD’nin Kontrollü Geri Çekilişinin Bir Sonucu Olabilir”, Asya-Avrupa, Cilt 5, Sayı 50, 2020, 57.
[8] John G. Ikenberry, “The Future of the Liberal World Order: Internationalism After America”, Foreign Affairs Cilt 90, Sayı 3, 2011, 56-68.
[9] Ikenberry, a.g.e., 57.
[10] Bu tartışmalar hakkındaki önemli liberal görüşler için bkz., John G. Ikenberry,“The Plot against American Foreign Policy: Can The Liberal Order Survive?”, Foreign Affairs, Cilt 96, Sayı 3, 2017, “1-7”.
[11] Öniş ve Kutlay, a.g.m., 1410.
[12] Kissenger, a.g.e., 398-399.
[13] National Intelligence Council (NIC), Global Trends 2025: A Transformed World Washington, D.C.: U.S. Government Printing Office, Aralık, 2008.
[14] Kissenger, a.g.e., 398-399.
[15] Henry Kissenger, Diplomasi, Çev. İbrahim H. Kurt, İletişim Yayınları: İstanbul, 2016, 82-83.
[16] Zengin, a.g.m., 57.
[17] Haluk Özdemir, “Tasarlanmış ve Beliren Üst Stratejiler: Türkiye ve Diğer Orta Büyüklükteki Devletler için Alternatifler”, Strateji Düşüncesi: Kuram, Paradoks, Uygulama, ed. Ali Karaosmanoğlu ve Ersel Aydınlı. İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2020, 45.
[18] Ionut C. Popescu, “Grand Strategy vs. Emergent Strategy in the Conduct of Foreign Policy”, Journal of Strategic Studies, Cilt 41, Sayı 3, 2018, 446-447.
[19]Alperen Kürşad Zengin, “Türkiye’nin Rusya ile İlişkilerinde Jeopolitik Güvenliğini “Kerteriz Almak””, ATASAREN Bülten, Sayı 54, 2021, “53-56”, 53-54.
[20] Nicholas Kitchen, “Systemic Pressures and Domestic Ideas: A Neoclassical Realist Model of Grand Strategy Formation”, Review of International Studies, Cilt 36, Sayı 1, 2010, 141.
[21] John Lewis Gaddis, On Grand Strategy, New York: Penguin Press, 2018, 27.
[22] Martin Wright, “Minor Powers”, Classical Theories of International Relations, eds. Hedley Bull vd., London: Continuum, 1978, “61-67”, 63.
[23] Øyvind Østerud, “Regional Great Powers”, Regional Great Powers in International Politics, ed., Iver B. Neumann, London: Palgrave Macmillan, 1992, “1-15”, 12.
[24] Maxi Schoeman, “South Africa as an Emerging Middle Power: 1994-2003”, State of the Nation: South Africa 2003-2004, eds, John Daniel, Adam Habib ve Roger Southall, Cape Town: HSRC Press, 2003, 353.
[25] Zengin, “Türkiye’nin Rusya ile…”, 53-56.
[26] Esnek Rekabet ve Akıllı Uyum kavramları için bkz., Alperen Kürşad Zengin ve İlyas Topsakal, “The Intersection of Grand Strategies in Turkey-Russia Relations”, Insight Turkey, Cilt 23, Sayı 4, 2021, “147-168”.
[27] Alperen Kürşad Zengin ve İlyas Topsakal, “Türkiye’nin Jeopolitik Güvenliği ve Rusya ile “Gri Alanda” İkili İlişkiler”, Türkiye Rusya İlişkileri: Dünü Bugünü Yarını, ed. İlyas Topsakal ve Alperen Kürşad Zengin, Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık, 2021, “1-6”.