“Büyük Değişim?” Türk-Amerikan İlişkileri ve Cumhuriyetin İkinci Yüzyılındaki Geleceği

0
292

Giriş

Türk-Amerikan ilişkileri, sanılanın aksine her daim sıkı bir müttefiklik (ing. staunch ally) ilişkisi düzeyinde seyretmemiştir. Soğuk Savaş gibi küresel ölçekli bir kamplaşmada ulusaşırı nihaî bir hedefin olduğu dönemde dahi ilişkilerin birçok kez gerildiği hatta dönemin ruhuna aykırı bir şekilde aynı ittifak içerisinde sıcak çatışmaların yaşandığı ve ittifakın lideri tarafından ekseriyetle Türkiye’nin “cezalandırıldığı” süreçler yaşanmıştır. Bu durum siyasi zeminde açmazlara yenilerini ekleyerek sorunları kronikleştirdiği gibi, Türk kamuoyunda rakip jeopolitik eksenin desteğinde anti-Amerikancı bir ekolün doğmasına ve beslenmesine yol açmış, iki taraf arasında da güven problemi yaşanmasına neden olmuştur. Soğuk Savaş sonrası dönemde ise “başat hasım”[1] olan Sovyetler Birliği’nin bertaraf olmasıyla Türk-Amerikan ilişkilerinin seyri her geçen gün negatif bir eğilim göstermiş ve bu durum bugün gelinen noktada iki tarafın da birbirilerinin çıkarlarını ulusal güvenlik tehditleri olarak değerlendirmesine neden olmuştur.[2]

Türk-Amerikan ilişkilerinde bunalımlı dönemlerin “iyi günlere” göre daha fazla olmasının sorumluluğu, aslında her iki tarafa aittir. Beşerî ilişkilere benzeyen devletlerarası ilişkilerde de uzlaşma ya da çatışmada tek taraflı bir yaklaşım mantıklı değildir. Bu noktada önemli olan her iki taraftan da kaynaklı sorun ve açmazların tespiti, teçhizi ve çözüm odaklı tedavi önerileridir.

Türk- Amerikan İlişkilerine Retrospektif Bir Bakış

İki ulus arasındaki ilişkiler 19. yüzyılın başında “ticaret” eksenli başlamıştır. Birleşik Devletler, Avrupalı devletlerin özellikle Britanya İmparatorluğu’nun aktif olduğu Akdeniz’de iktisadî olarak varlık göstermek istemekte, Türkiye açısından Birleşik Devletler ise yeni dünyada yükselen bir güç olarak Avrupalı güçlere karşı “denge unsuru” olarak görülmektedir. 20 Ekim 1827 tarihinde Navarin Deniz Muharebesi’nde Osmanlı donanmasının Britanyalı, Rus ve Fransız donanmasının birleşik harekâtı neticesinde imha edilmesi, hemen ardından başlayan “1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı”[3]nda, Rus Ordusu’nun İstanbul önlerine kadar gelmesi, Türk-Amerikan ilişkilerindeki yakınlaşmayı hızlandırmıştır. Bu doğrultuda 7 Mayıs 1830 tarihinde “ABD Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması” imzalanmıştır. Antlaşmaya göre Birleşik Devletler, en ayrıcalıklı ülke (ing. the most favored nation) statüsü kazanarak Avrupalı tüccarların Türk limanlarında haiz olduğu ayrıcalık ve imtiyazları elde etmiş, Amerikan ticaret gemileri Türk Boğazları’ndan geçiş serbestisi kazanmıştır. Her iki taraf arasında diplomatik ilişkilerin geliştirilmesini de öngören 9 maddelik antlaşmanın gizli bir maddesi de bulunmaktadır. Bu maddede Birleşik Devletler’in Türkiye’ye askerî teknik alanda yardım yapması, Türkiye’nin Amerikan tersanelerinde maliyetleri fiyatında gemi yaptırabilip satın alabilmesi ve Türk tersanelerinde gemi yapımında kullanılmak üzere kereste ithal edebilmesi yer almaktadır.[4]

Amerikan Başkanı Andrew Jackson tarafından 9 Aralık günü Amerikan Senatosu’na sunulan antlaşmanın gizli maddesi 18’e karşı 27 oyla reddedilmiştir. Bu keyfiyette Yunan İsyanı’nda ekseriyette Anglo-Sakson dünyada ortaya çıkan Helenofil akımın etkisi büyüktür. Yeni bağımsızlık kazanan Yunanlılara karşı kullanılma ihtimali nedeniyle bazı senatörler 9 maddelik antlaşmayı kabul etmekle birlikte gizli maddeyi reddetmişlerdir. Diğer bir kısım ise bunun Birleşik Devletler’in Avrupa’nın işlerine doğrudan karışarak Monroe Doktrini kapsamındaki dış politikadaki “izolasyonist” tutumun ihtilafına neden olacağı görüşündedir.[5]

Amerikan Senatosu’nun hilafına rağmen Jackson ve II. Mahmud’un arasındaki mutabakat kapsamında gizli madde pratikte hayata geçmiştir.[6] Amerikan gemi mühendisi Henry Eckford, 1831 yazında kendi yaptığı “United States” isimli korvetle İstanbul’a gelmiş, gemi 150 bin dolar karşılığında Osmanlı İmparatorluğu tarafından satın alınmıştır. Bir yıl sonra Henry Eckford yanında gemi mühendisleri, teknik eleman ve işçilerle Türkiye’ye geri dönerek Aynalıkavak’ta Amerika’dakilere muadil bir tersane kurmuştur. Eckford’un ölümünden sonra yerine halefi Foster Rhodes geçmiş, 1840 yılına kadar aralarında Nev Eser, Nusretiye, Eser-i Hayr, Mesir-i Ferah, Tair-i Bahri gibi gemilerin bulunduğu 10 gemi inşa edilmiş ve buna paralel olarak Türk gemi mühendisleri de yetiştirilmiştir.[7]

Tarihteki ilk topyekûn harp olan Birinci Dünya Savaşı ise, iki ülkenin karşılıklı kamplarda yer almasına sebebiyet vermiştir. Ne Birleşik Devletler ne de Türkiye re’sen birbirlerine savaş ilan etmemesine rağmen, savaşın İtilaf Devletleri tarafından kazanılması Türkiye’nin işgal edilmesine yol açmış ve bu işgalde Birleşik Devletler de yer almıştır. Özellikle Amerikan Kongresi’nde ve kamuoyundaki Ermeni yanlısı tutum ve 23 Ekim 1918 tarihinde Birleşik Devletler Başkanı Woodrow Wilson’ın, savaş sonrası ortaya çıkan toprak ve nüfus sorunlarının çözümü için temel oluşturacağına inandığı 14 ilkenin müttefiklere bildirilmesi sonrasında Osmanlı İmparatorluğu üzerinde Amerikan mandası söylemleri hem iç hem de dış kamuoyunda güç kazanmıştır. Örneğin dönemin Robert Koleji Direktörü Caleb F. Gates, “ne İngiltere ne de Fransa’nın Yakın Doğu’daki sorunlar ile baş edecek bir gücü olmadığını, Birleşik Devletler’in tek yetkili olarak Türkiye’nin yönetim sorumluluğunu almasının 25 yıl içerisinde tüm sorunlara kalıcı ve doğal bir çözüm bulacağını” Amerikan Yüksek Komiseri Tuğamiral Mark L. Bristol’a zikretmiştir.[8] Bu beklenti karşısında Woodrow Wilson 1 Ağustos 1919 tarihinde Anadolu’da ve Kafkasya’daki durumun tetkik edilmesi üzerine Tümgeneral James G. Harbord önderliğinde askerî bir heyeti İstanbul’a göndermiştir. Harbord Heyeti, elli sekiz gün süren araştırma gezisinde Diyarbakır, Mardin, Malatya, Adana, Sivas, Erzurum, Kars, Erivan ve Tiflis’e gitmiş ve çeşitli görüşmelerde bulunmuştur. Bunların en dikkat çekeni, 20 Eylül 1919 tarihinde Sivas’ta Millî Mücadele lideri Mustafa Kemal Paşa ile olanıdır. Modern dönem Türk-Amerikan ilişkilerinin temeli de sayılan bu görüşme, Harbord’ın raporunu etkilemiştir. General Harbord, Mustafa Kemal Paşa ile görüşmesinde Millî Mücadele’nin doğasını ve nihaî amacını ilk elden idrak edebilmiştir. Millî Mücadele’yi merkezi otoriteye karşı bir isyandan ziyade düzeni sağlamayı amaçlayan halk destekli bir ulusal hareket[9] olarak tasvir eden Harbord, Türkiye’deki “yeni gerçekliğin” Ermeni propagandası tesirinde bilinenlerden çok farklı olduğunu da görebilmiştir. Rapor, Birleşik Devletler’de manda ihtiyacının ve Ermeni iddialarının asılsız olduklarının görülmesinde büyük bir rol oynamıştır.[10]

İki taraf arasındaki iyi ilişkiler Lozan Barış Konferans’ı görüşmelerine de taşınmak istemiştir. İngiltere destekli Yunan Ordusu’nun İzmir’i işgali ve Anadolu’da İngiliz Binbaşı Edward Noel’in başlatmaya çalıştığı ayrılıkçı isyanlar nedeniyle gergin olan Türk-İngiliz ilişkilerine karşı Birleşik Devletler, Türkiye’nin yanına çekilmeye çalışılmıştır. Bu doğrultuda Ankara Hükümeti ile The Ottoman-American Development Company arasında 9 Nisan 1923 tarihinde demiryolu, liman yapımı ve yeraltı kaynaklarının işletilmesi üzerine bir antlaşma imzalanmıştır.[11] İlk girişimleri Birinci Cihan Harbi öncesine uzanan “Chester İmtiyazı”nın Türkiye için önemi Musul-Kerkük meselesinde “yükselen güç” Birleşik Devletler ile çıkar birliği oluşturarak Lozan’da Türk tezine siyasi ve diplomatik olarak destek sağlamaktır. Lakin Türk tarafı tarafından arzulanan bu durum gerçekleşmemiş, Birleşik Devletler sadece gözlemci statüsünde barış görüşmesine katılmış ve Musul-Kerkük meselesinde çekimser kalmıştır. Bu hususta Chester Grubu ile imzalanan antlaşmaya karşı bölgede ciddi çıkarları olan İngiliz-Fransız bloğunun her iki tarafa karşı sert protestolarının etkisi büyük olmakla birlikte şirketin Kanadalı ortaklarıyla yaşadığı sorun, Amerikan finans çevrelerinin projeye güvenmemesi[12] ve tabii ki Amerika’daki Türk(iye) karşıtı Ermeni lobisi projenin sekteye uğramasının neden olmuştur.[13]

Soğuk Savaş’ta Türk-Amerikan İlişkileri

1946 yılında Missouri zırhlısının gelişiyle beraber Türk-Amerikan ilişkileri dış siyaset prensipleri üzerinden stratejik çıkarlar seviyesine çıkmıştır. Sovyetler Birliği’nin taleplerine karşı “Hür Dünya”nın egemen devletlerinin toprak bütünlüklerini korumak Birleşik Devletler’in Soğuk Savaş’ta Sovyetlere karşı gösterdiği çevreleme stratejisinin bir ayağı olmuştur. Başka bir deyişle Türkiye için 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren jeopolitik bir baskı unsuru olan Rusya’ya karşı Birleşik Devletler’in de küresel ölçekli bir mücadeleye girişmesi, her iki taraf açısından doğal bir müttefiklik ilişkisi doğurmuştur. [14]

Müttefiklik ilişkisinin de ötesinde, Türkiye’nin yayılmacı kıtasal bir güce karşı toprak ve siyasi varlığını koruması ve bu koruma için Atlantik ötesindeki siyaset ve sermayenin desteğini taahhüt etmesi bir strateji gerektirmekte idi. Bu bakımdan Truman Doktrini, Birleşik Devletler’in Türkiye ile olan ilişkilerinde sadece bir dış politika görüşünden ziyade bir strateji taahhüdü hüviyetindedir. Türkiye’nin Soğuk Savaş’ın ilk sıcak çatışması olan Kore Savaşı’na katılması ise Birleşik Devletler’in öncülüğündeki bir ittifakta salt bir savaşa katılmaktan ziyade İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni dünya düzenin nasıl olması gerektiğine dair bir görüş/tutum belirtmesidir. Bununla birlikte Kore Savaşı’nda, Türk “Kutup Yıldızı” Tugayı’nın “Tropik Fırtına” Tümeni’nin bünyesinde muharebeye katılması, Amerikan 8. Ordu’sunun ricatini korumak için Kunuri Muharebesi’nde savunma teşkil etmesi, Türk-Amerikan ilişkilerinde bir silah arkadaşlığı yaratmıştır.[15]

Soğuk Savaş’ta iki taraf arasındaki bu uzun soluklu gayeyi elde etmek adına oluşturulan “yüksek” iş birliği, Sovyetlerin “Rimland”den bölgesel ittifaklarla çevrelenmesi adına Türkiye’nin önderliğinde olacak girişimlere hız vermiştir. 26 Mayıs 1953 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri Dış İşleri Bakanı John Foster Dulles, İstanbul’da Başbakan Menderes ile görüşmesinde, “Türkiye’nin Sovyet tehdidine karşı yalnız kalmaması için Pakistan ile yakın” iş birliğine gidilmesini gerektiğini[16] zikrederek “Northern Tier”[17] adıyla yeni bir konsepti ortaya atmıştır. İlk etapta Türkiye, Irak, İran ve Pakistan’ı kapsayacak bu bölgesel güvenlik şemsiyesinde, Birleşik Devletler’in Türkiye Büyükelçisi McGhee’nin deyimiyle gerek milli güç parametreleri gerekse sair ülkelerle tarihi, dini ve kültürel bağları nedeniyle Türkiye “merkez ülke” konumunda bulunmaktadır.[18] Lakin Türkiye’nin, Bağdat Paktı’na yeni üyeler bulmak için giriştiği münferit politikalar iki taraf arasında güven bunalımına yol açmıştır. Türkiye’nin Ürdün’ü pakta dahil etmek için, şayet üye olmaması halinde olası bir savaşta İsrail’i (münferit olarak) destekleyeceğini söylemesi ve bu gözdağı karşısında Ürdün’ün şikâyeti üzerine Amerika’nın, Türkiye’yi “Batı yanlısı” Arapları (Batıdan) uzaklaştırmaması için “uyarması”[19] bir kırılmaya yol açmıştır. İki taraf arasında bir güven problemi olduğu, İngiltere’nin pakta dahil edilmesiyle “liderliğin” Türkiye’nin elinden alınmasından da anlaşılmaktadır.

İki taraf arasında Soğuk Savaş’taki en büyük kırılma ise Birleşik Devletler Başkanı Lyndon B. Johnson’ın, Amerikan güvenlik belgelerine de yansıyan akıl almaz Kıbrıs politikası karşısında garantör ülke Türkiye’ye karşı aldığı tutum olmuştur. Kıbrıs Cumhurbaşkanı III. Makarios’un açık bir şekilde Sovyetler Birliği’ne askerî ve iktisadî olarak yakınlaşmasını Türkiye’nin uyarılara rağmen görmezden gelen Birleşik Devletler, Kıbrıs’taki Türk toplumunun sistematik imhasına karşı Türkiye’nin olası müdahalesini engellemek adına müttefikine literatürde “Johnson Mektubu” olarak geçen sert bir üslupla yazılmış memorandum göndermiştir.[20] Bu mektup Kıbrıs’a müdahale için askerî açıdan zaten hazır olmayan Türkiye’yi durdurmuş olmasına rağmen, mektuptan bir gün sonra 6 Haziran 1964 tarihli CIA telgrafı, iki taraf arasında geri dönülemeyecek seviyedeki kopuşu göz önüne sermektedir. “Başkan Johnson’ın, Başbakan İnönü’ye gönderdiği Mektuba Yönelik Türk Tepkileri” adlı bilgi notunda, Birleşik Devletler’in Türk niyetleri ve Türkiye’nin Kıbrıs’taki pozisyonunu ne geçmişte ne de halihazırda anlamadığı ve bu mektubun ikili ilişkilerde büyük bir gerilemeye yol açacağı zikredilmiştir. Güvensizliğin ötesinde tam bir hayal kırıklığı yaşayan Türk tarafı açısından mektubun “Türkiye’nin uluslararası arenada Birleşik Devletler’den daha bağımsız hale gelmesini neredeyse zorunlu hale getirdiği” algısı yarattığı da bildirilmiştir.[21] Henry Kissinger’ın, Richard Nixon’ın ulusal güvenlik danışmanı ve Birleşik Devletler Dış İşleri Bakanı olmasıyla birlikte kökten bir politika değişikliği yaşanmıştır. Zira Kissinger, Sovyetlerin Kıbrıs Cumhuriyeti’ndeki nüfuz alanını görmüş hem Yunanistan hem de Kıbrıs Cumhuriyeti’nde “düzeni” bozan darbeler de bu hususta etkili olmuştur.[22] Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası Amerika’daki iktidar değişikliği ise Türkiye’ye silah ambargosunun uygulanmasının önünü açmıştır. Hem Cumhuriyetçi Başkan Gerald Ford’un hem de Demokrat Başkan Jimmy Carter’ın ambargo karşıtı tutumuna rağmen Senato’daki Yunan lobisi galip gelmiş ve 3 yılı aşkın bir süre Türkiye’ye silah ambargosu uygulanmıştır.[23]

12 Eylül sonrası ise Türk-Amerikan ilişkilerinin volatiliteden uzak bir görüntü çizdiği görülmektedir. Zira ilişkilerin olumlu yönde belli bir çizgide sürdürebildiği Birleşik Devletler’in Türkiye Büyükelçisi Robert Strausz-Hupé’nin teamüllerin dışında Soğuk Savaş’ın neredeyse sonuna kadar görev yapmasından da anlaşılmaktadır.[24]

Soğuk Savaş Sonrası Türk-Amerikan İlişkileri

91 kışında “başat hasım” Sovyetler Birliği ani bir şekilde, tıpkı George F. Kennan’ın dediği ve istediği üzere askerî bir çatışma olmadan, dağılmıştır. Bu beklenmedik sonuç Birleşik Devletler açısından yaklaşık yarım asırdır süren büyük stratejisinde muvaffak olmasını sağlamasına rağmen aynı zamanda bu doğrultuda mobilize ettiği dost, hasım ya da bağlantısız olduğu ülkelerle ilişkilerini revize etmesine de neden olmuştur. Bu durum o dönem Türkiye gibi terörle mücadele eden ve Soğuk Savaş’ta jeopolitik konumu nedeniyle en fazla “bedel” ödeyen ülkelerden biri olan Türkiye’nin “yalnızlaşmasına” da neden olmuştur. İki blok arasında Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Antlaşması’nın (Treaty on Conventional Forces in Europe) imzalanması ve antlaşma kapsamında taahhüt edilen konvansiyonel silah indirimi Türkiye’nin terörle mücadele için İsrail başta olmak üzere yeni silah satıcı ülkeler hatta silah tüccarlarına ihtiyaç duymasına neden olmuştur.[25]

Siyasi açıdan ise o dönem iki ülke arasındaki devlet başkanları seviyesindeki iyi ilişkiler dikkat çekicidir. George Bush ve Turgut Özal’ın protokol kuralları dışında birbirlerine isimleriyle hitap etmeleri[26], karşılıklı ziyaretler ve en önemlisi Camp David’te Özal ailesinin alışılmış teamüllerin dışında yatılı misafir edilmeleri iki ülke arasında Soğuk Savaş’ın başında esen “dostluk rüzgarlarını” hissettirmektedir. Hatta Camp David yolunda ilk kez Türkiye tarafından Birleşik Devletler’e bir doktrin teklif edilmiş, halen daha iki ülke tarafından sıklıkla kullanılan “stratejik işbirliği” ve bundan doğacak “stratejik ortaklık” o dönem Bush tarafından memnuniyetle karşılanmıştır.[27]

Bu hususta o tarihlerde iki ülkenin de birbirlerine ihtiyaç duymasının da etkisi büyüktür. Birleşik Devletler açısından, Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte NATO eski önemini kaybetmekte ve bu durum bölgesel ittifaklar için daha çok enerji sarf etmek zorunda kalmasına yol açmaktadır. Bu doğrultuda Türkiye, gelecek yüzyılda daha büyük bir ülke olarak bölgenin şekillenmesi için anahtar bir rol oynayacaktır. Yine Türkiye’nin Sovyet boyunduruğundan çıkan ya da çıkacak olan Türk Dünyası, Balkanlar ve Kafkasya gibi coğrafyalarda gerek etnik, dini gerekse kültürel olarak tarihî bağları ve özgül bir ağırlığı bulunmaktadır. Birleşik Devletler’in de dış politikasında önem arz edecek bu coğrafyalarda müttefikinin yanında olsa da olmasa da potansiyel bir bölgesel güç olan Türkiye’nin bu coğrafyalarda etkin olacağının farkındadır. Türkiye açısından ise o dönemki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyeliği kısa ve orta vadede zor görünmektedir. Birleşik Devletler ile geliştirilecek özel ilişkiler bunu dengeleyecek hatta uzun vadede Türkiye’nin Avrupa’ya entegrasyonuna hizmet edecektir.[28]

Her iki taraf açısından kazanç sağlayacak olan bu stratejik ortaklık halihazırda tatbik edilmeden anlaşmazlıklar ortaya çıkmıştır. Zira Körfez Savaşı’nda Birleşik Devletler Bağdat’a yürümeyerek Saddam Hüseyin’i devirmemiş, bununla birlikte Irak’ın kuzeyinde yaratılan güç boşluğu bölücü terör örgütü PKK’nın bölgede rahat edebilmesini sağlamıştır. Savaş sırasında Türkiye’nin Irak’a uyguladığı ambargo kapsamında başta Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı kaynaklı ekonomik kayıpları Birleşik Devletler tarafından söz verilmesine rağmen tam olarak tanzim edilememiştir. İç politikada artan terör saldırıları, ekonomik kriz Özal’ın partisi ANAP’ın 1991 sonbaharında iktidarı kaybetmesine neden olmuştur. 1993 yılında ise Birleşik Devletler’de Demokrat Bill Clinton iktidara gelmiş ve aynı yıl Özal’ın anî ölümü ile “Camp David Mutabakatı” sekteye uğramıştır.

Her şeye rağmen Türk-Amerikan ilişkileri Irak Savaşı’na kadar yukarıdaki mutabakata genel çerçevede uyularak süregelmiştir. 1 Mart 2003 tarihinde ise Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde tezkerenin geçmemesi[29] Türk-Amerikan ilişkilerinde kartların yeniden dağılmasına neden olmuştur.[30] O dönem sadece iki partiden oluşan TBMM’de tezkerenin geçmemesinde hem iktidar hem de muhalefet partisinin payı olmakla birlikte Türkiye açısından Birinci Körfez Savaşı’ndaki acı tecrübenin de etkisi büyüktür. Birleşik Devletler açısından şok etkisi yaratan bu karar ise halihazırda güvensizliğin hissedildiği bir ilişkide bu sefer ilişkinin nüvesi ve boyutunun sorgulanmasına yol açmıştır.[31] 4 Temmuz 2003 tarihinde Irak’ın Süleymaniye kentinde yaşanan “Çuval Hadisesi” ise Kore’de başlayan silah arkadaşlığının en azından Türkler için dimağda bitmesine neden olmuştur.

Sonuç Yerine: Türk-Amerikan İlişkilerinin Bugünü ve Geleceği

Bu tarihten itibaren hem Türk kamuoyunda hem de Türk siyasi hayatını oluşturan bileşenlerin farklı fraksiyonlarında “Anti-Amerikancılık”ın gün geçtikçe yükseldiği görülmektedir. Geçen 20 yılda durum daha da vahim bir hal almıştır. Suriye Krizi’nde, Birleşik Devletler’in de terörist olarak tanıdığı PKK’nın Suriye kolu YPG’ye siyasi, askeri, iktisadi ve diplomatik destek verilmesi ya da Körfez Araplarına dahi satılan MIM-104 Patriot hava savunma sisteminin NATO müttefikinden “sakınılması” başat sorunlar olarak öne çıkmaktadır. Keza Birleşik Devletler, başından beri içinde bulunduğu “Müşterek Taarruz Uçağı Programı”ndan Türkiye’yi çıkartarak F-35’leri teslim etmemiş, Soğuk Savaş’ın başından itibaren NATO’nun güneydoğu kanadında göz ettiği Türkiye ve Yunanistan arasındaki 7’ye 10 dengesini terk etmiştir.[32] Son olarak 15 Temmuz 2016 tarihindeki Fetullahçı terör örgütünün (FETÖ) başarısız askerî kalkışmasında Birleşik Devletler’in etkisi ve yönlendirmesi olduğuna yönelik Türk kamuoyundaki kanıya karşı yeterince kamu diplomasisi de yürütülememiştir.[33] Kanımızca bugünkü Türk-Amerikan ilişkilerinde ön plana çıkan ve gelinen noktada ilişkilerin iyileştirilmesine engel olan ve gün geçtikçe kayıtsızlık nedeniyle kronikleşen ve kanıksanan bu sorunların en kısa zamanda çözümü elzemdir.

Uluslararası ilişkilerde, büyük güçlerin en büyük özelliği “hata yapma lüksleri”dir. Bu hatalarından ders çıkarmasalar da kayıplarını telafi edecek salahiyete sahip ya da bu kayıplardan etkilenmeyecek olmaları onların hem müttefikleri hem de hasımlarına karşı politika belirlemelerinde daha hoyrat davranmalarına neden olmaktadır. Lakin bu durum güç projeksiyonunun sadece büyük güçler değil, bölgesel güçler hatta bazı özel durumlarda orta ölçekli devletler için de geçerli olduğu bugünkü uluslararası arenada değişime açık bir hal almıştır. Rusya’nın Ukrayna işgali göstermektedir ki, kurulacak yeni dünya düzeninde büyük güçler için de bedel ödeme ve kendileri dışındaki dünyada kendilerine karşı hızlı bir reaksiyon alınması ve caydırıcılık mümkündür.

Tarih göstermektedir ki Türk-Amerikan ilişkilerinin “iyileşmesi” için ikisinin de ortak bir gayeye sahip olmaları[34] ve çıkarlarının uyumu gerekmektedir. Son 20 yılda iki ülke arasında geleceğe umutla bakılması adına zikredilebilecek gelişmeler de olmuştur. Örneğin benzeri görülmemiş bir yıkım yaşayan Somali’nin yeniden “her anlamda” inşasında Türkiye ve Birleşik Devletler’in üstlendikleri görev ve elde ettikleri başarı dikkat çekicidir. Bu “stratejik işbirliği” daha büyük ölçekli ve daha hayati coğrafyalarda da istenirse uygulanabilecektir. Türkiye için tarihî hasımlıkları bulunan ve jeopolitik olarak kaçınılmaz olarak çıkar çatışması yaşayacağı Avrupa, Rusya ya da Çin alternatif olamayacağı gibi, Birleşik Devletler için de hem bölgede hem de yükselen güçlere karşı Türkiye dışında güvenilir bir “stratejik ortak” yoktur.

Bu doğrultuda Türkiye yukarıdaki tarihî vakalar ışığında Amerikan iç politikasının dinamiklerini iyi etüt etmelidir. Öncelikle Birleşik Devletler’de yaşayan Türklerin, yerellikten uzaklaştırıp konsolide edilmesi gereklidir. Hem Amerikan iş hayatında hem de siyasetinde etkin bir rol oynayacak diasporanın ve devlet mekanizmasında Amerikalı Türklerin varlığı, Türkiye’nin Birleşik Devletler ile ilişkisini oldukça rahatlatacaktır. Bunun dışında Türkiye’nin Amerikan yasama organı ve bileşenlerinde proaktif bir politika izlemesi, halihazırda pek etkili olamadığı lobicilik faaliyetlerine yönelmesi gerekmektedir. Aynı durum Birleşik Devletler için de geçerlidir. 70 yılı aşkın bir süredir resmî olarak müttefiki olan Türkiye’nin ulusal güvenliği açısından hayatî gördüğü konularda daha yapıcı olması, Türkiye’nin muhatabına karşı kaybettiği güveni kazanmasına hizmet edecektir. Sıcak çatışmanın geçen yarım asra göre daha fazla olacağı yakın gelecekte yukarıdakine benzer yollar ile diyalog kanalları açılmaz, başka bir deyişle Türk-Amerikan ilişkileri “modus vivendi”ye bırakılırsa her iki tarafın da kayıpları fazlasıyla olacaktır.

[1] Amerikan güvenlik belgelerine göre NATO ittifakı içerisinde ekseriyetle Johnson Mektubu’na kadar Sovyet yayılmacılığını tarihî ve(ya) jeopolitik nedenlerden dolayı en fazla tehdit gören ülke Türkiye’dir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Kaan Kutlu Ataç, Mehmet Mert Çam, “Soğuk Savaş: Amerikan Büyük Stratejisi, Johnson Doktrini ve Kıbrıs”, Güvenlik Stratejiler Dergisi, Cilt: 16, Sayı 35, 2020, İstanbul, “595-634”, 616-623.

[2] Kaan Kutlu Ataç, Türk Soğuk Savaşı, Sadık Müttefikten Mili Güvenlik Sorununa, Ankara: Nobel Bilimsel, 2022.

[3] Navarin Deniz Muharebesi’nde Yunan asileri destekleyen Rusya’ya karşı Osmanlı İmparatorluğu’nun Akkerman Ticaret Antlaşmasını feshetmesi nedeniyle başlayan savaş. Rus Ordusu Doğu’da, Ahıska, Ahılkelek, Revan, Kars, Ardahan ve Erzurum’u işgal etmiş, Batı’da ise Balkanları boydan boya geçerek Edirne’yi kuşatmış, İstanbul’un düşme tehlikesinin ortaya çıkması nedeniyle Türk tarafının isteğiyle 1829 yılında Edirne Antlaşması imzalanmıştır. Antlaşmaya göre Yunanistan’ın tam bağımsızlığı tanınmış, Eflak-Boğdan müstakil idare kazanmıştır. Boğazlar, Rus ticaret gemilerine ve Osmanlı İmparatorluğu’nun savaş halinde bulunmayan devletlerin Rus limanlarına giden ticaret gemilerine açık olacak ve Türk tarafı 5 milyon Felemenk altını ve 1806 savaşından kalan 1,5 milyon Macar altını savaş tazminatı olarak ödeyecektir. “Edirne Antlaşması” https://islamansiklopedisi.org.tr/edirne-antlasmasi. (Erişim Tarihi: 28.02.2023)

[4]Çağrı Erhan, “1830 Osmanlı-Amerikan Antlaşması’nın Gizli Maddesi ve Sonuçları” Belleten 62/234, Ağustos 1998, “457-466”, 458-459. https://doi.org/10.37879/belleten.1998. (Erişim Tarihi: 28.02.2023)

[5] Erhan, a.g.m., 460-461.

[6]  Birleşik Devlet Başkanı Andrew Jackson, İstanbul’daki özel temsilcisi David Porter aracılığıyla 15 Nisan 1831 tarihinde II. Mahmud’a bir mektup göndermiştir. “Büyük ve iyi dostumuz, pek asil, kudretli Padişah, Avrupa, Asya ve Afrika’daki bütün Osmanlıların hükümdarı” olarak selamladığı II. Mahmud’a gizli maddenin uygulanmasının Amerikan devletinin kendine has örgütlenişi nedeniyle Senato tarafından ellerinden alındığını lakin bu gizli maddenin muadilinin uygulanacağını zikretmiştir. 27 Eylül 1831 tarihinde David Porter, Birleşik Devletler Maslatgüzarı olarak II. Mahmud’a gizli maddede yer alan askerî ve teknik iş birliği ve desteği konusunda Fransızca bir senet takdim etmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Akdes Nimet Kurat, “Türkiye ile Amerika Arasındaki Münasebetlere Dair Arşiv Vesikaları”, Tarih Araştırmaları, Cilt: 5, Sayı: 8, 1967, “287-372”, 337-342.

[7] Metin Ünver, “Teknolojik Gelişmeler Işığında Osmanlı-Amerikan Silah Ticaretinin İlk Dönemi”, Tarih Araştırmaları Dergisi, 32, 2013, “195-220”, 214-215.

[8] Hulusi Akar, Harbord Askeri Heyeti Raporu, Gerçekleri Araştırmakla Görevlendirilen Amerikan Askerî Heyetinin Çalışmaları ve Türk-Amerikan İlişkilerine Etkisi, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2019, 32-33. Ne yazık ki bu manda fikri Millî Mücadele’ye destek vermiş “Türk aydınları” tarafından da benimsenmiştir. Başta Halide Edip (Adıvar), Adnan Bey (Adıvar) olmak üzere gazeteci Ahmet Emin Yalman ve Hüseyin Bey (Pektaş) bu manda fikriyle Sivas Kongresi ve Mustafa Kemal Paşa’nın liderliğindeki Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni etkilemeye çalışmıştır. A.e., 68-69.

[9] General Harbord, “The World’s Work” adlı dergide Türkiye’deki izlenimlerine dair kaleme aldığı bir makalede, Mustafa Kemal Paşa’nın iptidaî bir maceraperestten çok başarısı kanıtlanmış bir askerî lider olduğunu, mücadelesinin ise milyonlarca Türk-Müslüman tarafından sorgusuz sualsiz benimsendiğini dile getirmiştir. Akar, a.g.e., 138.

[10]  Ayrıntılı bilgi için bkz. Akar, a.g.e., 137-142. Harbord’ın raporunun iktisadî boyutu da dikkat çekicidir. Harbord, 1919 tarihi itibarıyla ilk 5 yıl Anadolu’da bir “manda” teşekkülü için asgari 750 milyon dolar gerekli olduğunu yazmıştır. Robert L. Daniel, The Armenian Question and American-Turkish Relations, 1914-1927, The Mississippi Valley Historical Review, Vol. 46, No. 2, Sep., 1959, “252-275”, 261-262.

[11]Ayrıntılı bilgi için bkz. Bige Sükan Yavuz, “Fransız Arşiv Belgelerinin Işığında Chester Demiryolu Projesi”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sayı: 24, Kasım 1999, “527-561”, 543-548.

[12] Chester Grup, Türkiye’de antlaşma kapsamında (demiryolu, liman ve petrol) 300 milyon dolarlık imtiyaz kazanmasına rağmen, şirket Birleşik Devletler’de yapılan halka arzda ancak 1 milyon dolar toplayabilmiş ve proje iptal edilmiştir. Daniel, a.g.e., 270.

[13] “Lozan Antlaşmasına karşı Amerikan Komitesi” adıyla faaliyet gösteren Gerard-Cardashian adlı Ermeni komitesi destekli Senatör William H. King, Senato’da Türklerin “zalim ve yozlaşmış bir halk” olduğunu ve ABD’nin “Chester İmtiyazı”nı onaylayarak, hem Türkiye’deki “Amerikan vatandaşlarının korunması için gerekli olan” kapitülasyonlardan vazgeçtiğini hem de Chester şirketinin müdafaası için Ermenilere ihanet edildiğini iddia etmiştir. Daniel, a.g.e. 270-272.

[14] Bruce R. Kuniholm, Turkey and the West Since World War II, Turkey Between East and West, New Challenges for a Rising Regional Power, (Ed. Vojtech Mastny and R. Craig Nation), Oxford: Westview Press, 1996, 45-46 ve Zeki Kuneralp, Sadece Diplomat, Anılar, Belgeler, İstanbul: İsis Yayınları, 1999, 39.

[15] Batı ile Türkiye’nin ilişkisi, Rusların ona meydan okuduğu dönemlerde yakınlaşarak gelişmiş, Batı’nın Türk önyargısı sadece Rus tehdidi karşısında dizginlenebilmiştir. Bu sebeple ki 1945-1995 yılları arasındaki yarım yüzyıl ikili ilişkilerin tarihte görülmediği kadar geliştiği bir dönem olarak öne çıkmaktadır. Bkz., Mehmet Mert Çam, Türkiye’nin Büyük Stratejisi? Türk Devletleri Teşkilatı ve Türkiye’nin Rolü, Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Sempozyumu, Bildiri Tam Metin Kitabı, Cilt 3, (Ed. Fatih Sansar, Aygül Uçar, Aytekin Doğan), Elazığ: Asos Yayınevi, 2022, 412-417, 414.

[16] Foreign Relations of the United States (FRUS), 1952-1954, The Near and Middle East, Volume IX, Part 1, 137-139.

[17] Kuzey Kuşak: “Northern Tier” ülkeleri, iç hilalde Sovyetleri çevreleyen Türkiye, İran ve Pakistan’dır. Mackinder’in teorisinden farklı olarak bu üç ülkenin hinterlandı diyebileceğimiz Irak ve Afganistan da “Kuzey Kuşak”a dahil edilmiştir. “Northern Tier” konseptinde Sovyet orduları Türkiye’yi Suriye ile ayıran Toros Dağları’nda, İran’ı ise Irak’tan ayıran Zagros Dağları ve Hazar kıyısında uzanan Elburz Dağları’nda ve Pakistan’daki Karakurum Dağları’nda durdurulacaktır. Bruce R. Kuniholm, a.g.e., 47-50-51 ve Michael J. Cohen, Strategy and Politics In The Middle East 1954-1960, Defending The Northern Tier, London: Franc Cass: 2005, 2.

[18] Cohen, a.g.e., 74.

[19] William Hale, Turkish Foreign Policy since 1774, 3rd Edition, London: Routledge, 2013, 94.

[20] Philip H. Gordon, Ömer Taşpınar, Winnig Turkey, How America, Europe and Turkey Can Revive A Fading Partnership, Washington DC: Brookings Institution Press, 2008, 27 ve Ayrıntılı bilgi için bkz. Ataç, Çam, a.g.m., 616-623.

[21]“Turkish Reaction to President Johnson’s Letter to Prime Minister İnonu”, https://www.cia.gov/readingroom/docs/DOC_0000615268.pdf.(Son Erişim Tarihi: 28.02.2023)

[22] Kissinger’ın görüşü için bkz. Foreign Relations of the United States (FRUS), 1969–1976, Volume XXX, Greece; Cyprus; Turkey, 1973–1976, 423-424.

[23] Birleşik Devletler ambargonun kaldırılmasında da Yunan lobisinin şiddetli itirazları ile karşılaşmıştır. Carter’ın Kongre’nin karşı karşıya kaldığı en ciddi dış politika konusu” olarak yorumladığı oylamada Cumhuriyetçilerin desteği dikkat çekmektedir. “John M. Goshko, “Hill Lifts Embargo On Arms to Turkey” https://www.washingtonpost.com/archive/politics/1978/08/02/hill-lifts-embargo-on-arms-to-turkey/edaf7167-2ad7-4623-b979-1457fe3812d9/. (Son Erişim Tarihi:15.03.2023)

[24]“Former Ambassadors” https://tr.usembassy.gov/embassy-consulates/ankara/former-ambassadors/. (Son Erişim Tarihi:15.03.2023)

[25] Mehmet Mert Çam, Breaking Down Bureaucratic Politics in the Turkish Aerial Defense Industry: From Hürkuş to Bayraktar, Military Innovation in Türkiye: An Overview of the Post-Cold War Era (Ed. Barış Ateş), Routledge: London, 2023, “56-75”, 61-62.

[26] Birinci Körfez Savaşı’nda iki devlet başkanı arasındaki telefon görüşmeleri üzerinden Türk-Amerikan ilişkileri başta olmak üzere dönemin Orta Doğulu liderlerin de analiz edildiği çalışma için bkz. Murat Yetkin, İyi Günler Bay Başkan, Körfez Savaşı’nda Özal-Bush Görüşmeleri, İstanbul: Doğan Kitap, 2022.

[27] Engin Güner, Özal’lı Yıllarım, Başdanışman Engin Güner Anlatıyor, İstanbul: Doğan Kitap, 2014, 151-153.

[28] Güner, a.g.e., 154-156. Camp David yolunda Özal-Bush görüşmesi için bkz. Yetkin, a.g.e., 220-222.

[29] Aslında 533 milletvekilinin katıldığı tezkere oylanmasında 264 kabul, 250 ret ve 13 çekimse oy kullanılmıştır. Tezkerenin geçmemesinin nedeni Anayasa’nın 96. maddesinde öngörülen 267 salt çoğunluğa ulaşılamamasıdır. Deniz Bölükbaşı, 1 Mart Vakası, Irak Tezkeresi ve Sonrası, İstanbul: Doğan Kitap, 2008, 91-93. Burak Küntay, Major Shift, The Change in U.S. Foreign Policy During The 2003 Iraq War Era and Turkish-U.S. Relations, İstanbul: Bahçeşehir University Press, 2011, 149-164.

[30] Cüneyt Ülsever, “Camp David’de başladı 1 Mart 2003’te bitti” https://www.hurriyet.com.tr/gundem/camp-david-de-basladi-1-mart-2003-te-bitti-326900. (Son Erişim Tarihi: 28.03.2023)

[31] Steven A. Cook, “Neither Friend nor Foe,The Future of U.S.-Turkey Relations”, https://www.cfr.org/report/future-u.s.-turkey. (Son Erişim Tarihi: 28.03.2023)

[32] Bruce R. Kuniholm, Turkey in the World, The Middle East in Turkish-American Relations (Ed. George S. Harris), Washington DC: The Heritage Foundation, 1984, 12 ve Ece Göksedef, “Türkiye’nin F-35 programından çıkarılması ve Yunanistan’ın savaş uçağı anlaşmaları Ege’de güç dengesini değiştirir mi?” https://www.bbc.com/turkce/articles/c881406q91vo. (Son Erişim Tarihi: 28.03.2023)

[33] “Turkey: Background and U.S. Relations In Brief”, CRS Report, https://news.usni.org/2022/01/05/report-on-u-s-turkey-relations (Son Erişim Tarihi: 28.03.2023)

[34] Küntay, a.g.e., 223-224.