Bir Toplumsal Faaliyet Olarak Bugünün Savaşları

Sgt. Jason E. Gerst, a Virginia Beach, Va., native, now a squad leader with 2nd Platoon, A Company, 2nd Battalion, 18th Infantry Regiment, 170th Infantry Brigade Combat Team, launches the RQ-11B Raven unmanned aerial vehicle during Raven training here, Oct. 5.
Bir Toplumsal Faaliyet Olarak Bugünün Savaşları
İki bağımsız devlet arasında sıcak çatışma çıkması, günümüzde eskisi kadar sık görülen bir doğa olayı değil. Bu yüzden hepimiz Azerbaycan ve Ermenistan arasında Karabağ’da tekrar alevlenen çatışmaları hepimiz büyük bir merakla takip ettik ve savaşın karakterine, geleceğine ilişkin ipuçları yakalamaya çalıştık.
Devletlerarası savaşların neden bugün bu kadar nadir görüldüğüne ve neden bu kadar “görece” kısıtlı kayıplar verdiğini anlamamız için biraz geçmişe gitmemiz gerekiyor. İkinci Dünya Savaşı, yarattığı tüm yıkımla beraber iki yeniliği de dünyamıza tanıttı. Birincisi uluslararası kurumlardı. İkincisi ise nükleer silahlar. Bu iki faktör, farklı ekollerden araştırmacılara ve düşünürlere göre devletlerarası çatışmaların nadir görülmesine yol açtı.
Birinci olarak, Birleşmiş Milletler ve beraberinde birçok örgüt kurulmuş, uluslararası kamuoyu hiç olmadığı kadar ete kemiğe bürünmüştü. Daha önce eşi benzeri görülmemiş bir şeydi bu. Dünyanın bütün bağımsız devletleri tek bir çatı altında örgütlenebiliyor ve birçok sorunu BM çatısı altında konuşabiliyordu. Bir yandan Birleşmiş Milletler, savaşlara bir son verme fikriyle de ortaya çıktığı için, hangi devletin hangi koşullarda savaşabileceğini de net bir şekilde tarif ediyordu.
Nükleer silahların varlığı, özellikle bloklaşmayla beraber “dehşet dengesi” adı verilen durumu doğurmuş oldu. Herhangi bir nükleer silah sahibi bir ülkenin bir diğerine saldırması korkusu birçok krizin sıcak çatışmaya dönüşmesini engellemiş oldu.
Soğuk Savaş adını verdiğimiz bu dönem, aslında savaşların ya da daha doğru bir ifadeyle silahlı çatışmaların olmadığı değil, aksine çatışmaların perifere yayıldığı ve giderek konvansiyonel formdan çok daha farklı bir şekilde oraya çıktığı dönem oldu. Bu “barış” dönemi boyunca yine milyonlarca insan çatışmalarda hayatını kaybetti.
Soğuk Savaş bittiğinde bir dizi yeni savaşlar gördük. Bilindiği gibi geçtiğimiz aylarda izlediğimiz Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki çatışmaların geçmişi günlere dayanıyordu. Eskiden Sovyetler Birliği sınırları içinde kalan birçok bölgede daha çatışmalar yaşandı ve bu bölgeler hala birer çatışma alanı. Aynı şekilde Yugoslavya da bu dönemde son derece kanlı bir iç savaş yaşayarak, bütün dünyanın gözü önünde yayıldı.
Olan biten karşısında Soğuk Savaş’ın muzaffer ordularının tepkisi donukluktu. Birçok krize müdahale edilmiyor, müdahale edilmiş krizlerde bile tepkileri sınırlı oluyordu. Örneğin Bosna’daki çatışmalara barış gücü yollayan ülkeler, kendi askerlerinin canları söz konusu olduğunda Sırp ilerlemesini durdurmamayı tercih etmişti.
Bosna, Avrupa’da olduğu için müdahale edilen “şanslı” coğrafyalardan biriydi. Dünyanın birçok köşesinde çatışmalar kendi rutinlerinde devam ettiler. Ancak Bosna’da ABD, İngiltere, İtalya, Almanya, Hollanda gibi ülkelerin gösterdiği tereddüt hafızalarda yer etti.
Post-Heroik Savaş
Son yarım yüzyılın ünlü strateji düşünürlerinden ve savaş araştırmacılarından Edward Luttwak, henüz çatışmaların sıcaklığı devam ederken, 1995’te Koalisyon kuvvetlerinin Sırp taarruzunun önünden çekilmesinin nedenini açık bir şekilde ortaya koydu.[1] Edward Luttwak, Towards Post-Heroic Warfare, 1995 Düşük doğum oranına, yüksek gelire sahip gelişmiş ülkeler için olası bir çatışmada yaşanacak can kayıpları büyük politik bedeller ödeteceği için bu defansif tercih, Luttwak’a göre kaçınılmazdı.
“Post-heroik” tanımlamasını yapan Luttwak’a göre iki faktör daha Soğuk Savaş’ın ardından gelişmiş ülkeler için savaşın bu karaktere kaymasında etkili olmuştu. Birincisi, artık çatışmanın çok daha yüksek maliyetli bir opsiyon haline gelmesiydi. Giderek ilerleyen teknoloji, personele yapılan sürekli yatırım gibi etkenler çatışmayı ve can kaybını pahalı seçenekler haline getiriyordu.
Son olarak, insan hayatını minimum tehlikeye atacak çatışma biçimleri savaş alanında kendini göstermeye başlamıştı. Hassas güdümlü mühimmatlar, etkin dinleme ve istihbarat imkanları ve insansız araçların çatışmalarda kendini göstermeye başlaması, insan kaybından sakınmayı mümkün kıldı.
Toparlamak gerekirse, Luttwak’a göre, Soğuk Savaş’ın ardından başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere, gelişmiş ülkelerde benzer bir savaş anlayışı oturdu. Bu savaş anlayışının temelinde üç ilke vardı: insan kayıplarını minimuma indirmek, olası yan hasarları minimuma indirmek, uzun bir bekleyişle de olsa görevi başarıyla tamamlamak.
Aslında Luttwak’ın da tartışmalara yol açan makalesinde altını çizdiği gibi, bu tip savaşlar tarihte ilk defa görülmedi. Daha çok “statik” geçen ve olumlu koşullar oluşmadıkça doğrudan çatışmanın ertelendiği bu tip savaşlar geçmişte dönem dönem belirmiş ve kaybolmuştu.
Luttwak’ın başvurduğu örneklerden birincisi Roma Cumhuriyeti zamanında yaşanan savaşlar. Cumhuriyet döneminde vatandaşlardan oluşan lejyonlar, aynı zamanda politik riskleri de içeren büyük bir yatırımdı. Bunun sonucunda Cumhuriyet döneminin genelinde Roma stratejisi uzun kuşatmalara ağırlık verirken taktik olarak da lejyonerlerin kaybını minimuma indirecek prensipler üzerine kurulmuştu.
Luttwak’ın “Napolyonik savaşlar” olarak adlandırdığı konvansiyonel savaşlar, ancak geniş bir vatandaş ordusunun kurulmasıyla mümkün olmuş ve böylece savaşlar sıklaşmış, savaşlardaki muharip kayıpları önceki dönemlere göre önemli ölçüde artmıştı.
Post-Heroik Toplum
Aslında dönüp dolaşıp geleceğimiz yer, savaşların birer insan eylemi olduğu, böylece sosyolojik bir olgudan daha azı olmadığıdır. Savaşlar da içinde bulundukları dönemin, toplumun, kültürün şartlarından beslenir ve bu şartları yansıtır.
Luttwak’ın çalışmalarında bir yere kadar görebildiğimiz savaş ve toplumsal dönüşüm ilişkisi, aynı dönemde yazan birçok ismin de ilham kaynağı oldu. Yine Bosna Savaşı’ndan hareketle Yeni Savaşlar kavramsallaştırmasını üreten Mary Kaldor,[2]( Mary Kaldor, New And Old Wars, 1999 ) Batı toplumlarında yaşanan toplumsal dönüşümle birlikte savaşan unsurların giderek başarısızlaştığını ortaya koyan Martin van Creveld bu isimlerden.[3]( Martin van Creveld, Pussycats: Why the Rest Keeps Beating the West, 2016 )
Öte yandan savaşlar, vatandaşlık kavramını ortaya çıkaran tetikleyici güç oldu. Charles Tilly’nin dediği gibi kitleler, savaştıkça vatandaşlaştı ve vatandaşlaştıkça savaştı.[4]( Charles Tilly, Coercion, Capital and European States, 1990 ) Sonuç olarak zorunlu askerliğin kaldırılmasını, savaş karşıtlığını talep edecek ve kabul ettirecek kadar güçlendi. Yani bugünün miyopluğundan çıkar, savaşlara çok daha geniş bir perspektifen bakarsak, Napolyon savaşları döneminde mecburiyetten ortaya çıkmış vatandaş-devlet ilişkisi, vatandaş biricikleştikçe savaşları dönüşmeye mecbur kıldı.
Post-heroik savaşlar, toplumsal gelişmişliğin ve “birey kültürünün” bir ürünü olarak ortaya çıktılar ve söz konusu vatandaşlık anlayışını ortaya çıkaran savaş anlayışının değişmesinde pay sahibi oldular.
Buradan hareketle post-heroik savaşların yeni bir vatandaşlık ve devlet anlayışını doğurabileceği ihtimalini göz ardı etmemek gerekiyor. Zaten tarihi büyüteçle incelemeyi tercih etmemiş birçok düşünürün görüşü de bu yönde. Post-heroik savaşlar yeni bir toplum sözleşmesinin habercisi olabilir.