Barışın İmkansızlığında Büyük Strateji Zorluğu
BARIŞIN İMKANSIZLIĞINDA BÜYÜK STRATEJİ ZORLUĞU
İlk Matrix’in, kimsenin acı çekmediği ve mutlu olduğu mükemmel bir dünya için yapıldığını biliyor muydun? Tam bir felaketti. Kimse programı kabul etmedi. Neredeyse tüm ekinler öldü. Bazıları mükemmel dünyayı tanımlayacak programlama dilinin olmadığını söyledi. Ancak bana göre bir ırk olarak insanoğlu kendi gerçekliğini sefalet ve acıyla tanımlıyor.
Ajan Smith-Matrix
Giriş
Büyük strateji üzerine yapılan çalışmalarda kavrama dair tanımların çerçevelendirilmesi kategorik olarak en üstte çoğunlukla savaş ve barış zamanları üzerine olagelirken, alt seviyede ise askeri gücün temel alınıp alınmaması konusu merkeze alınmıştır. En alt seviyede ise ulusal güvenliğin öncül kabul edilmesinin tartışılması ya da doğrudan iç-dış politika stratejisi seviyesine indirgenmesi söz konusudur. Literatürde; daha geniş çerçevede daha fazla değişkenin dahil edileceği çalışmaların bu denli çeşitliliği “büyük stratejiyi zorlu bir kulvara doğru ittiği üzerinde mutabık olunmuştur. [1] Ancak kavram tanımlama ve oluşturulanları “konu” seviyesinde anlamlandırma sorunu çeşitlilikle ilgili değil, en tepedeki kategorik ayrımın yanlış irdelenmesi kaynaklıdır.
Bu çalışmada barışın, barış zamanının neden olamayacağı Hobbes’tan türetilerek tartışılırken, savaş çatışmanın bir hali olarak konumlandırılacaktır.[2] Daha sonra rekabetin sürekliliğinde ve savaşsızlık durumunda büyük strateji üzerine düşünmenin neden savaş zamanına göre daha zorlu olduğu açıklanacaktır.
Barışın Olmazlığı
Barış genellikle insanların ulaşabileceği en iyi şeydir ve bunun için usulüne uygun olarak minnettardırlar. Ancak bugün genel olarak anlaşıldığı gibi barış bundan çok daha fazlasını içermektedir. Olumlu barış, toplumun genel ve adil olarak kabul edilen sosyal ve politik bir düzenini ifade eder. Böyle bir düzenin yaratılması, elde edilmesi nesiller alabilir ve daha sonra sosyal dinamikler birkaç on yıl içinde onu yok edebilir.[3]
Barış eş anlamlısıyla sulh; başarmak, müreffeh olmak, uyum anlamına gelirken, mastarlı hali düşünüldüğünde uzlaşı olarak kabul edilebilir. Terimin Latincesi pax daha siyasi bir anlamla[4] başında kullanılacak öznenin (Pax Romana) düzeni anlamındadır. Peki barışın -her iki anlamı yani uzlaşı ve düzen ayrı ayrı düşünülse bile -varlık göstermesi ve uzun erimli olması mümkün mü? Bu soruya doğal durumdan yola çıkarak cevap vermek evla olabilir.
Hobbes’a göre doğal durum herkesin herkese karşı şiddet durumu olduğu için ve bu
durumda, herkes kendi aklıyla hareket ettiği ve kendi hayatını düşmanlarına karşı korumak için ona yardımcı olabilecek her şeyi kullanabileceği için; böyle bir durumda, herkesin herşeye hakkı vardır. Dolayısıyla, herkesin her şey üzerindeki bu doğal hakkı devam ettiği sürece, hiç kimse, hayatta kalma güvencesine sahip olamaz.[5] Tıpkı doğal durumunda olduğu gibi uluslararası sistemde çoğunlukla anarşik bir yapıdadır. Devletler savaşmasa dahi daha alt düzeydeki şiddet halleriyle birlikte ve hatta şiddet içermeyecek şekilde birbirleriyle sürekli rekabet halindedir. Bu rekabet hali elbette bir taraf ya da tarafların belirli bir güç kapasitesine ulaşıp kuvvet kullanma durumuna doğru gitme eğilimindedir.
Rekabet hali döngüsünün göz-ardı edilmesi I. Dünya Savaşı’yla birlikte barış kavramının miladı olmuştur. Barış “1914’ten önceki dönem” olarak yani hatalı bir şekilde kullanılmıştır. 1914’e kadar o dönemin büyük güçlerinin hepsinin dahil olduğu bir savaş yaşanmamıştır. Ayrıca büyük güçlerin kendi aralarında verdiği savaşlar (1854-1856 Kırım Savaşı, 1866 Prusya-Avustralya Savaşı, 1904-1905 Rus-Japon Savaşı) kısa sürmüş ve kendi coğrafi alanlarında gerçekleşmiştir. Peki dönemin büyük ya da diğer seviyedeki güçlerinin katılımıyla ya da belirli sayıdaki varlıklarıyla işleyen herhangi bir şiddet sarmalında barışın varlığının tartışılması makul müdür? Değildir, çünkü var olan bir statükonun bozulmaması üzerine dengeler sabitlenmeye çalışılmıştır, ancak bu barış halinden çok şiddetin seviyesi ve etki ettiği alanla alakadır.
İnsanlar barışa ulaşmak istediğinde ve başkaları da aynı şekilde düşündüklerinde, barışı ve kendini korumayı istiyorsa, herşey üzerindeki hakkını bırakmalı ve başkalarına karşı, ancak kendisine karşı onlara tanıyacağı kadar özgürlükle yetinmelidir. Çünkü, herkes her dilediğini yapma hakkını elde tuttuğu sürece, bütün insanlar savaş durumundadır. Fakat, başka insanlar da, onun gibi, haklarını bırakmazlarsa, o zaman onun da kendi hakkını bırakması için bir neden yoktur.[6] Tam tersi mantıkla 8 Ocak 1918’de Amerikan Başkanı Woodrow Wilson büyük savaş sonrası 14 maddelik liberal bir projeyle ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını gündeme getirdi. Ulus devlet sayısı arttıkça kendi tanımı hem farklı olduğundan hem de hemen her düzeydeki birimin kendini bağımsız ilan etme dürtüsü elbette milliyetçiliği arttırmıştı.[7] Mevcuttaki liberal söylemlerin uygulanması ve denetlenmesini de sağlayacak şekilde bir nizam aracı olarak ve en önemlisi yeni bir dünya savaşını “önlemek” amacıyla; Versailles Antlaşması, Türkiye’nin onaylamadığı 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması, Trianon Antlaşması, Saint-Germain Antlaşması, Neuilly Antlaşması misaklarını da kapsayacak şekilde Milletler Cemiyeti kurulmuştur. Cemiyetin faaliyetleri istatistik toplamak ve Finlandiya ile İsveç arasındaki görece daha düşük sorunları çözmekten başka bir işe yaramazken, ABD’nin Cemiyete katılmaktaki isteksizliği de kurumu daha etkisiz hale getirdi. Nitekim Versailles Antlaşması’nın istikrar getiremeyeceği de 20 yıl gibi yakın gelecekte anlaşılmış oldu.[8] Bu durumda barışın hem uzlaşı hem de düzen anlamlarıyla birlikte sürdürülebilir şekilde bir olgu olamayacağı anlaşılmıştır.
Versailles Antlaşması’nın getirdiği kötü “barış hali” Almanya’nın tekrar güç elde ederek toprak taleplerinde bulunmasına yol açarken, ikinci büyük savaş başlamıştır. II. Dünya Savaşı döneminde önceki savaşa oranla kıyaslanamayacak ölçüde şiddet açığa çıkmış dönemin dünya nüfusunun neredeyse % 3’ü oranında can kaybı yaşanmıştır. Savaş sonrası galipler tarafından oluşturulan yeni “barış hali” iki sac ayağı üzerine oturtulmuştur. Bunlardan birincisi tıpkı daha önce denendiği haliyle Birleşmiş Milletler’in kurulması, ikincisi ise nükleer silahların getirdiği caydırıcılıktır. Bu dönem literatürde garip ve anlamsız şekilde Soğuk Savaş olarak adlandırılırken sistem iki blok halinde rekabet etmeye devam etmiş, büyük güçler arasında ortaya çıkabilecek doğrudan savaşlar önlenmiştir ve bu dönem oldukça istikrarlı, dengeli bir sistem olarak tarif edilmiştir. Ancak Raymond Aron’un doğrudan ifadeleriyle devam edecek olursak “Savaşın yokluğu, siyasi birimler arasında hüküm süren ve bunlardan herhangi birinin veya herhangi bir koalisyonun iradesini dayatmasını engelleyen güçlerin yaklaşık eşitliğinden kaynaklanmaz.”[9]
ABD-SSCB bloklarının doğrudan ve/veya dolaylı destekleriyle yerelde ortaya çıkan: 1950-1953 Kore Savaşı, 1945’ten 1975 yılına kadar devam eden Vietnam Savaşı, (1948-1967-1973) Arap İsrail Savaşları, uluslararası sistemin en istikrarlı olduğu söylenen bu dönemde yaşanmıştır. Ayrıca şiddet durumunun kendisini göstermesinin yanında sürekli rekabet hem silahlanma yarışı hem de uzay programlarındaki teknolojik gelişmelerin prestijli etkileri süregitmeye devam etmiştir.
Nükleer silahların düzen kurucu etkisi daha önce tecrübe edilmiş bir hal değildir ve Soğuk Savaş döneminde iki büyük gücün birbirleriyle doğrudan savaşmalarını engellemiştir. Ancak B.Liddell Hart’ın nükleer silahlarla ilgili yorumu tarihin geriye kalan akışı açısından aydınlatıcıdır. Hart hidrojen bombasının “durdurma” politikası bakımından genel savaş ihtimallerini azalttığını ancak, dolaylı ve yaygın bölgesel düzeydeki sınırlı savaş ihtimalini arttırdığını iddia etmektedir. Çünkü saldırgan çeşitli teknik imkanlardan faydalanabilecekken karşı taraf nükleer silah kullanmak konusunda “birçok” nedenden dolayı kararsız kalacaktır. Bu nedenle konvansiyonel silahlara daha bağımlı hale gelinmektedir. [10]
1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ABD’nin Soğuk Savaş’ın muzafferi olması ve yaklaşık 15 senelik uluslararası sistemdeki genel söylem tek kutupluluk olmuştur. Ancak ABD’nin devamındaki icraatları de (I. Körfez Savaşı, Irak’ın işgali, Afganistan olayları) göz önüne alındığında bizlere bu durumun “En güçlü olanın yararlandığı çifte standardı, yani komuta edenin hiçbir kurala boyun eğmek zorunda olmadığı fikrini anlatıyor.”[11] Barış daha önce de belirtildiği haliyle siyasi olduğu için düzen yaratma çabasıyla şiddet sarmalını en güçlü tarafından (sözde) meşrulaştıracaktır. Irak’ın işgaliyle birlikte sözde ulus inşası çabaları ve bugün Ortadoğu’nun kana bulanmış hali gözden kaçırılmamalıdır. Etkilerin tepkileri yarattığı bu dönemde 11 Eylül olayları sonrasında ortaya çıktığı kabul edilen uluslararası terör, devletlerin iç çatışma hallerini güdüleyen Arap Baharı, Turuncu Devrimlerle gerilen mevcuttaki sözde barış hali; hem ölüm oranlarıyla hem de kıta ötesi devletlerin müdahaleleriyle şiddetlenmiş azımsanmayacak yıkımlara ulaşmıştır. Yakın dönemde başlayıp bugünlerde hala devam eden Rusya-Ukrayna ve İsrail-Filistin savaşları Birleşmiş Milletler’in selefiyle aynı başarısız kaderi paylaştığı da ortadadır.
Bu noktada iki savaşın öncesi ve sonrasındaki düzenlerin tahlili literatürün bize barış hali olarak sunduğu motivasyonları şu şekilde açıklıyor: Görece büyük güçlerin birbirleriyle doğrudan savaşmadığı ve/veya doğrudan savaşmayı göze alamadığı ve farklı enstrümanlarla rekabet etmeye devam ettiği, belli bölgelerde görece daha küçük devletlerin savaşabildiği kısa süreli ve mevcuttaki düzeni bozmayacak şekildeki kabul edilebilir şiddet hali.
Büyük Savaşların Olmadığı Zamanlarda Büyük Strateji
Bir önceki başlıktaki yeniden değerlendirmeler- ister bir ulusun kendi ulusal gücü ister bir düşmanın oluşturduğu tehdit olsun – büyük bir stratejik değişime neden olur. Tabii ki, bu değişimin ölçeği, büyük savaşlarda zafere veya yenilgiye eşlik eden kadar dramatik değildir, bu sadece muzaffer veya mağlup devletlerin iç karakterini değiştirmekle kalmaz, aynı zamanda içinde ortaya çıktıkları uluslararası sistemleri de temelden değiştirebilir. Bu tür bir “büyük patlama” bir devletin uluslararası sisteme yöneliminin dönüştüğü büyük bir stratejik revizyon olarak kabul edilebilir.[12] Barış zamanını sürekli rekabetin devam ettiği ve büyük savaşların yaşanmadığı bir hal olarak kabul ederek bir devletin başka bir devletle ya da büyük devletlerin giriştiği savaş dönemindeki büyük stratejilerini teorik seviyede karşılaştırarak savaşsız halin neden daha zor olduğunu açıklayacağım. Bundan sonraki “barış zamanı” ve “savaş zamanı” kullanımlarımın kısaca bu halleri şiddet oranı yüksek ve düşük olan rekabet hali olarak anlaşılmasını istiyorum. Bir taraftaki karşıtlar hasım/rakip iken diğer halde ise düşmandır.
Ancak ve çünkü strateji düşmancadır; hem barış hem de savaşta işlev görür ve her zaman düşmanlar üzerinde (ve genellikle müttefikler ve tarafsızlar üzerinde) bir kontrol ölçüsü arar. [13] Bu nedenle stratejinin temel dimağı rekabettir. Rekabet; rakibin stratejik davranışını, kendisi için elverişli bir şekilde şekillendirmek olduğu uzun süreli bir barış zamanı yarışmasıdır. Bir düşmanın/rakibin onun stratejik yatırımlarını tehdit edici alemlerinden ve yeteneklerinden uzaklaştırmayı ve böylece araç ve kuvvetlerin olumlu bir korelasyonunu üretmeyi amaçlamaktadır.[14]
Savaş zamanı gerçekleri, bir devletin büyük stratejisinde büyük değişimlere neden olabilecek benzersiz bilgi türlerini ortaya çıkarır. Anarşik ve rekabetçi bir uluslararası sistemde, bir devletin güvenliği, güvenlik ortamının doğru değerlendirilmesine bağlıdır. Ancak bu ortamın doğasını barış zamanında tespit etmek zordur, çünkü diğer devletler kendi askeri yetenekleri ve stratejik niyetleri hakkında özel bilgilere ve ayrıca her ikisini de yanlış temsil ederek pazarlık kaldıracını en üst düzeye çıkarmaya yönelik teşviklere sahiptir.[15] Barış zamanında strateji, birkaç ayırt edici özelliğe sahiptir. Birincisi, askeri varlıklar silah yarışı ve silah kontrolü gibi barış zamanı stratejik faaliyetlerinde belirgin bir şekilde öne çıksa da, rolleri rakipleri yenmek yerine onları caydırmaktır. Barış zamanında stratejik seçimler, gelecekteki bir çatışmanın karakteri ve yeni savaş yollarının etkinliği hakkında temel ve indirgenemez bir belirsizlikle de baş başadır. Dahası, devlet adamları ve askerler genellikle barış zamanında savaştan daha fazla riskten kaçınırlar. Sonuç olarak, genellikle kışkırtıcı olarak görülebilecek eylemlerden uzak dururlar. Son olarak, devletin stratejisinin barış zamanındaki etkilerini belirlemek savaş zamanında olduğundan daha uzun sürer. Savaş alanı eylemlerinin etkileri saatler, günler, haftalar veya aylar içinde sık sık kendini gösterirken, barış zamanı eylemlerinin etkileri yıllarca veya daha uzun süre ortaya çıkmayabilir.
İki dünya savaşı arası dönemi yukarda anlatılanlar bağlamında incelemek; hem büyük stratejinin barış halindeki oluşumu hem de liderlerin bu dönemdeki uluslararası sistemi okuma, anlama ve karar alma süreçlerinin ne denli zor ve hayati olduğunu kavramak bakımından iyi örnekler sunar. Hangi büyük stratejiyi kullanmayı tercih ederlerse etsinler, İngiliz liderler halkın desteğini almaları ve Britanya’nın güvenliğini korumak için toplumu fedakarlık yapmaya ikna etmeleri gerektiğini biliyorlardı. Hem diplomatik angajman hem de yatıştırma, başarıları, İngilizlerin ilişki kurmaya çalıştığı devletlerin politikalarını kontrol eden benzer düşüncelere sahip insanların bulunmasına bağlıydı.[16] Eğer Britanyalı liderler onların varlığı konusunda yanılıyorlarsa, başarısız olma ihtimali olan bir politika izliyorlardı. Caydırıcılık ve hatta daha fazla baskı, güvenilir silahlı kuvvetlerin yaratılmasını gerektiriyordu. Ancak bunları yaratmak uluslararası bir silahlanma yarışını tetikleyebilir ve Britanya’yı mali yıkıma giden yüksek yola sokabilirdi. Ve eğer zorlama veya caydırıcılık savaşa götürür ve bu kötü sonuçlanırsa, büyük bir felaketle karşılaşılabilirdi. Nitekim iki savaş arası dönemin İngiltere Başbakanı liberal Neville Chamberlain’in 1938’de Almanya ile Münih Antlaşmasını imzalayarak Çekoslovakya’nın işgaline göz yuman “yatıştırma politikası” sonuçları çok ağır olan bir tabloyu ortaya çıkardı.
Barış zamanında rakip devletler, rakibini saldırgan politikaların; çok maliyetli, etkili veya doğrudan bir güvenlik ikilemine sürükleyebileceğine ikna ederek yıkıcı veya tehdit edici eylemlerde bulunmaktan caydırmaya çalışabilir. Alternatif olarak, bir rakibi saldırgan faaliyetlerde bulunmaya itebilirler. Diğer durumlarda, siyasi ve askeri liderler, stratejilerine rehberlik eden varsayımları sorgulamaya ve hatta kendi kendini yenmeye teşvik ederek rakiplerinin stratejilerine saldırabilirler. Son olarak, liderler rakiplerinin siyasi sistemleri içindeki hizipleri sömürmek ve etkilemek amacıyla onların iç siyasetine saldırmaya çalışabilirler.[17]
Soğuk Savaş döneminde daha öncede bahsedildiği gibi nükleer silahların ABD-SSCB bloklarını doğrudan savaşa girmek konusunda caydırabildiği kabul edilebilir bir gerçekliktir. Ancak 1962’deki Küba Füze Krizi’nde yaşanılanlar göz önüne alındığında gerekli şartlarda tarafların şiddet durumunu ortaya çıkarma potansiyellerini arttırabildiğini ve tırmanmanın devam edebileceğini göstermiştir. Rusya-Ukrayna Savaşı ise ABD’nin Rusya’yı saldırgan politikalara sürüklemesinin sonucu olarak da okunabilir. Rusya ekonomik olarak güçlenmeye devam ederken, uluslararası alanda ciddi gündem konusu olan çatışmaların bir tarafı haline gelmişti ki özellikle Suriye’de sorun çözücü aktör olarak ağırlığını hissettirmişti. ABD’nin ulusal güvenlik belgelerinde doğrudan rakibi olarak söz ettiği Rusya’yı süreç dahilinde böyle bir savaşa çekmesi oldukça makul görülebilir. Aynı husus Çin-Tayvan geriliminde ABD’nin Çin’i saldırgan tutumlara sürüklemeye çalışmasında da görülebilir.
Barış zamanı başarısı, savaş zamanındaki gibi kolayca zafere dönüşmez. Yeni alanlarda üstünlük kazanmak, onlar üzerinde kolayca faaliyet göstermekle aynı şey değildir. Çok fazla muhalefet olmadan faaliyet gösteren bir devlet, tercih ettiği alanın saçaklarına doğru ilerlerken artan bir tehlikeyle karşı karşıya kalacaktır. Büyük güçler bile, teknolojik olarak daha düşük ancak yüksek motivasyonlu düşmanların onları yıpratmanın yollarını bulacağı bu “ihtilaflı bölgelerde” mücadele etmektedir.[18] Başka bir deyişle küçük savaşlar, terörizm ve diğer (göreli) düşük seviyeli şiddet halleri teori ve pratik arasındaki etkileşimi de göstermektedir. Bunlar, modern savaşın artan karmaşıklığı içinde bir dizi seçenektir (bazen mevcuttur). Bu hallerde üstün stratejik performans kaydetmenin ne kadar zor olduğu da ortadadır. Savaş teknolojisi değişse bile, asimetri bir şekilde sağlanabiliyor.[19]
Günümüz uluslararası sisteminin ana ögelerinin birbirini doğrudan etkileyebilecek düzeyde (küreselleşme ve teknoloji nedeniyle) yakın olmaları uzaktaki bir çatışmanın etkilerinin dalgalar halinde yayılmasına da mahal verdiği göz ardı edilmemelidir. Bunun dışında diğer bir etki faktörü de; dünya düzeninin herhangi bir aktörün hegemonya sağlayamadığı “çok merkezli” yapı da olması ve küresel yönetişimin seyrine etki eden aktörlerin çokluğu kaynaklı belirsizliktir. Bu durum bir devletin büyük stratejisini yönlendiren milli tehditlerin yeniden önceliklendirilmesini ve/veya bir devletin askeri gücünün stratejik faydasının yeniden kavramsallaştırılmasını gerektirir. Bu denli fazla değişkenin ve sisin varlığında büyük stratejiye dair bırakın oluşturulmasını analiz seviyesinde takip edilmesi bile oldukça güçtür. Çünkü barış zamanı (aynı zamanda savaş zamanı) sürekli dinamik olmayı gerektirmekte ve en güçlü olmanın yeterli olmayacağı ileri düzey yeteneklere sahip olmayı zorunlu kılmaktadır.
Değerlendirme: Barışın Halleri
Barışın olmazlığı üzerine tartışılırken, literatürün ve buna dair tarihi çıkarımların barış hali olarak ortaya koyduğu kanının yine barışın olmazlığından kaynaklandığı ortadadır. Çünkü bütün sistemi şiddet halinden sıyıracak ve rekabet halini tamamıyla ortadan kaldıracak bir çözüm elde edilememiş, var olan durum savaş halini ortadan kaldırmaktan ziyade şiddet halinin olabildiğince aza indirilmesi amaçlanmıştır.
Barış uzlaşı anlamıyla büyük güçler arasındaki doğrudan şiddeti askıya alma halini ifade ederken, düzen kurma biçimiyle sisteme dair tüm parçaları etkileyecek biçimde girdiler ortaya konmuştur. Doğal durumun anlattığı şekliyle barış halinin sağlanması hegemonyanın bir aktör tarafından tartışmasız şekilde sağlanmasıyla gerçekleşebilir ancak günümüz ve yakın gelecekteki uluslararası sistem için bu olanaksız görünmektedir. Bu halin sağlanabilirliğinde Kautilya’nın da bahsettiği gibi barış hali zayıf ve güçlü krallar arasındaki asimetrinin bir parçasıdır. Sadece güçlü tarafın dayatmaları sonucunda oluşacak düzenden ziyade 3. bir yol olarak zayıf tarafın varlığını sürdürmek ve tekrar güçlenebilmek için zaman kazanacağı bir döneme işaret eder.[20] Tıpkı Randall Schweller’ın bahsettiği gibi mevcut hegemonyadan rahatsız olan güçler bir gün bir araya gelerek (çakal sürüsü olarak adlandırır) hegemon devlete karşı çıkacaklardır.[21]
[1] Bkz. Stephen M. Walt, “Review of The Search for a Science of Strategy: A Review Essay, by Peter Paret”, International Security, Cilt 12, Sayı 1, 1987, 140-165. Nina Silove, “Beyond the Buzzword: The Three Meanings of “Grand Strategy”, Security Studies, Cilt 27, Sayı 1, 2018, 27-57.
[2] Bkz. Dağhan Yet, Savaşsız Savaşlar, ATASAREN Bülten, Mart 2024.
[3] Michael Howard, The Invention of Peace and the Reinvention of War, (London: Profile Books, 2002), 2.
[4] Ertan Kardeş, Yönsüzleşmiş Savaşlar Politik Felsefenin Bir Sınır Meselesi Olarak Savaşa Dair, (İstanbul: Pinhan Yayıncılık, 2019), 12.
[5] Thomas Hobbes, Leviathan, çev. Semih Lim, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2022), 217.
[6] Age, 218.
[7] Lawrence Freedman, Savaşın Geleceği: Strateji Savaşın Geleceğini Nasıl Şekillendirecek?, çev. Yavuz Alogan, (İstanbul: Say Yayınları, 2022), 77-83.
[8] Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl: 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, çev. Yavuz Alogan, (İstanbul: Everest Yayınları, 2010), 43-44.
[9] Raymond Aron, War and Peace, (New York, Routledge, 2017), 152.
[10] B. H. Liddell Hart, Strateji Dolaylı Tutum, çev. Selma Koçak, (İstanbul: Doruk Yayımcılık, 2005), 19.
[11] Michael Hardt ve Antonio Negri, Çokluk, çev. Barış Yıldırım, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2011), 25.
[12] Rebecca Lissner, Wars of Revelation: The Transformative Effects of Military Intervention on Grand Strategy, (New York: Oxford Academic Press, 2021), 14.
[13] Colin S. Gray, Perspectives on Strategy, (New York: Oxford University Press, 2013), 13.
[14] Dmitry Dima Adamsky, “The Two Marshals: Nikolai Ogarkov, Andrew Marshall, and the Revolution in Military Affairs”, ed. Hal Brands, The New Makers of Modern Strategy: From the Ancient World to the Digital Age, (Princeton: Princeton University Press,2023), 913.
[15] Rebecca Lissner, Wars of Revelation: The Transformative Effects of Military Intervention on Grand Strategy, (New York: Oxford Academic Press, 2021), 18.
[16] David French, Deterrence, Coercion, and Appeasement: British Grand Strategy, 1919-1940, (Oxford: Oxford University Press, 2022), 11.
[17] Thomas G. Mahnken, “Arms Competition, Arms Control, and Strategies of Peacetime Competition from Fisher
to Reagan” ed. Hal Brands, The New Makers of Modern Strategy : From the Ancient World to the Digital Age, (Princeton: Princeton University Press, 2023), 843.
[18] Joshua Rovner, “Strategy and Grand Strategy in New Domains” ed. Hal Brands, The New Makers of Modern Strategy : From the Ancient World to the Digital Age, (Princeton: Princeton University Press, 2023), 1090.
[19] Colin S. Gray, Modern Strategy, (New York: Oxford University Press, 1999), 281.
[20] Arthaşastra, Kautilya (haz. L. N. Rangarajan), çev. Utku Umut Bulsun (İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi, 2018), 614,711.
[21] Randall L. Schweller, “Bandwagoning for Profit: Bringing the Revisionist State Back In”, International Security, Cilt 19, Sayı 1, 1994, 72-107.